Yapayalnız yeni günde aynada kendine günaydın dedi. Yaşadığının belirtisi karnı zil çalmasa belki de tüm günü yatakta geçirebilirdi. Üstelik yağmur yağıyordu. Gençlikte romantik şiirler yazdığı yağmur yıllar geçtikçe ona anlamsızlaşmış, günü daha da zora sokan bir engel haline gelmişti. Bir şemsiyeyi bile taşımaktan yorgun halini fark ettiğinde ilk defa tanrıyı sorgular olmuştu. Neden tüm sevdiklerini bu dünyadan o yolcu etmek zorunda kalmıştı. Sadece nefes almak için o yaşarken neden gencecik insanlar sevdiklerine veda ediyorlardı. Uzun yaşam ona bir ödül müydü yoksa bir ceza mı? Ne kadar çok nefes alıyorsa sevdiği birine veda etme zorunluluğu o kadar artmıştı. Gençken dua ettiği uzun yaşam onun hapishanesi olmuştu adeta.
Yaşadıkça değişen şehrin sokaklarını, çocukluğunun sokaklarındaki anılarla ağır ağır yürüdü. İki katlı bahçeli evlerin sıralandığı sokaklar, park yeri bulabilmenin olanaksız olduğu, otomobillerin koruma askeri gibi önünde dizildikleri yüksek katlı apartmanlarla dolmuştu. Hiçbirinin bahçesi yoktu. Oysa erik, limon, mandalina ağacının olmadığı bir ev bulamazdın bu sokakta çocukluğunda. Belki de o yüzden hala tüm servetine rağmen manavdan erik alırken bedava olması gereken su gibi hava gibi bir şeye para ödüyormuş hissi, eriğe ödediği paraya acıtıyordu onu. Her ne kadar su da artık paralı olsa da.
Şehrin en bilinen pastanesine geldiğinde gülümsedi. Tam da pastanenin önünde bir araçlık boş yer vardı. Gençlikte bu yeri kapabilmek ne büyük şanstı. Yıllar olmuştu şehir içinde araç kullanmayalı. İçerde oraya yakın bir masaya oturmaya karar verdi. Bakalım hangi şanslı, o piyango gibi park yerini kapacaktı. Şemsiyesini artık şehirde nadir kalan tanıdıklarından biri olan kafenin karşılama görevlisi Nihat Bey’e teslim ettikten sonra yağan yağmurda koşuşturan insanların macerasını izleyebilmek ve o şanslı hergeleyi görebilmek için cam kenarında iki kişilik masaya oturdu. Yine kendi zihnini sorguladı. En son kaç yıl olmuştu dört kişilik masaya oturalı? Tek başına öyle bir masaya otursa yalnızlığını daha da hissediyordu. İki kişilik masa ise her an birini, sevdiğini, sevmeye umduğunu karşısında misafir edebilme hayalini kurdurtuyordu. Günün belki de en keyifli anı bu fanteziyi kurduğu an oluyordu. Karşısındaki sandalyeye birinin oturabilme ihtimali.
Çok geçmeden park yerinin talihlisi aracını bir işgalci gibi acele park etti. Kendince zihninde oyun oynuyordu. Günün şanslı az sonra araçtan inecek ve ödülünü alacaktı. Araçtan bir çift indi. Suratlarının asıklığından az önce bir konuda kapıştıkları belliydi. İki gencecik, zamanı en keyifli şekilde geçirebilecek genç, zamanı öfkeyle öldürüyorlardı. Bir an kalkıp fantezisini onlarla paylaşıp günün şanslıları olduğunu ilan etmek geldi içinden. Ama yeni gençlerin tepkilerini kestirebilmek de çok güçtü. Hala O tramvayda, metroda bir hanımefendi gördüğünde yer vermeye çalışırken, ilkokul çocuklarının boş yeri kapabilmek için onu yıkarcasına omuz atarak o koltuğa koşmaları onu korkutuyordu. Daha fazla birileri tarafından kırılmaya cesareti kalmamıştı. Ne de olsa az sonra barışırlar gece sevişirlerdi. Ama ancak onun yaşına geldiklerinde o kaybettikleri zamanın değerini anlar onlarda kendilerini sorgular, pişman olurlardı.
Ne çok zamanın katiliydi, ne çok zamanı sanki zaman hiç tükenmeyecekmiş gibi harcamıştı. Kimine göre şanslıydı. Bu poğaçaları leziz ama bir o kadar da pahalı pastanede her sabah kahvaltı edebildiği için. Ya karşılığında ne vermişti. Ödediği şimdi cüzdanından çıkarttığı yüklü emekli maaşının bir kısmı değildi. Ödediği o para için tükettiği zamandı. Ve harcanan onca zaman, ilişki bu poğaçaları yemek için miydi? Yitirdiklerini telafi edebilse, tüm yaşlılığını aç geçirmeyi tercih edebilirdi.
Bu sabah deprem, sel, siyaset, futbol demeden bir öykü yazmak geldi içimden sonu nereye gideceğini planlamadan. Aslında kahramanın garson kızla karşılaşması öykünün merkezi olacaktı. Ama sayfam kısıtlı. Öyküyü beğenirseniz gelecek hafta da amcamızın garson kızla tanışmasını sizlere aktarmak isterim. Keyifli bir Pazar olsun hepinize.