I. BÖLÜM: GENEL HUKUKİ TANIM / DURUM
“Mülteci” (BM'nin tanımı ile) dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle baskı hisseden, zulüm gören veya göreceği endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan / ayrılmak zorunda bırakılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişi.
“Sığınmacı”, “Sığınma Arayan”, “Şartlı Mülteci”(BM'nin tanımı ile) Avrupa dışından gelmiş, aynı nedenlerden dolayı ülkesini terk eden ve henüz sığınma talebi kaçtığı ülkenin yetkilileri tarafından 'soruşturma' safhasında olan kişidir. İskan Kanunu Madde 3/3'e göre "Türkiye'de yerleşmek maksadıyla değil, bir zaruret ilcasıyla muvakkat (geçici) oturmak üzere bulunmaktadır.
Mültecilik, hukuki bir statüdür.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1949 yılındaki karari ile 1 Ocak 1951 itibariyle Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) kuruldu. Türkiye kuruluşun 1951'den beri BMMYK yürütme komitesi (EXCOM) aktif üyesidir ve bütçesine gönüllü katkı sağlamaktadır. BMMYK EXCOM, 98 ülkeden oluşur. İzlenecek politikaları ve bütçeyi görüşür. EXCOM yılda bir kez ekim ayında Cenevre' de bir hafta süre ile toplanır. Hazırlıkları yürüten daimi komite yılda üç kez yine Cenevre' de toplanır yıllık raporlar hazırlar ve BMMYK EKOSOK ile BM Genel Kurulu'na sunar.
Uluslararası mülteci koruma rejimini oluşturan temeller:
1- Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi (144 ülke imzaladı);
2-1967 Protokolü (145 ülke imzaladı, ABD protokole taraf oldu);
3-1954’te yürürlüğe giren sözleşme (a) “1 Ocak 1951 tarihi öncesinde Avrupa’da” (b) “1 Ocak 1951 tarihi öncesinde Avrupa’da veya başka yerlerde” meydana gelen olaylar sonucunda mülteci konumuna düşmüş kişileri kapsamakta, böylece coğrafya ve zaman sınırlaması getirmekte ve taraf devletlere bu iki seçenekten birini kabul etme hakkını vermektedir.
4-1967’de yürürlüğe giren “Mültecilerin Statüsüne Dair Protokol” ile çekinceler saklı kalmak kaydıyla, söz konusu coğrafya ve zaman sınırlaması kaldırılmıştır. Ancak;
Türkiye, 1951 Sözleşmesine coğrafi sınırlamalar koymuş ve 29 Ağustos 1961 tarihinde bu konudaki deklarasyonunu açıklamış ve ilgili ibareyi "Avrupa'da meydana gelen olaylar nedeniyle" şeklinde anladığını ve kabul ettiğini ifade etmiştir. Türkiye, Bakanlar Kurulu'nun 1 Temmuz 1968 tarihli kararı ile 1967 Protokolüne katılmıştır, ancak 1951 Sözleşmesi ile getirdiği coğrafi kısıtlamayı kaldırmamıştır!
Bu çerçevede; Türkiye, Avrupa ülkeleri dışından gelen sığınmacılara mülteci statüsü tanımamaktadır!
Sözleşme hükümlerine göre mülteci statüsü taşımayan kişileri "sığınmacı" olarak tanımlamakta ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilene dek kendilerine geçici koruma sağlanmaktadır.
II. SURİYELİ KAÇKINLARIN KISA HİKAYESİ:
Türkiye’ye Suriye Arap Cumhuriyeti’nden sonucu önceden tespit edilemeyen ilk kitlesel akın (a priori ) Nisan 2011 tarihinde başlamıştır. Türkiye, “Açık kapı politikası” adı altında daha önce hiç uygulanmamış bir kararla, başvurusunu daha sonra yapmak üzere demografik durumu hakkında hiçbir bilgisi olunmayan kitleleri, “100.000 kişi üzeri kalabalıklar tek tek kayıt alınamaz, hazırlığımız yok.” Gibi söylemlerle “Acil ve geçici koruma” adı altında kabul edilmiştir.
Sığınmacı başvurusu alınmadan, uygunluğu incelenmeden, kendi beyanına göre kabul edilen bu kitlelerin içinde sığınmacı statüsüne de uymayan (Geçici Koruma Yönetmeliğinin 8. maddesine göre, geçici koruma kapsamına alınmayacak yabancılar şunlardır:
Türkiye dışında zalimce eylemler yapanlar;
Terör eylemleri planlayan, bulunan, iştirak edenler;
Ciddi bir suçtan mahkûm, kamu güvenliği açısından tehlike oluşturanlar;
Türkiye’de işlenmesi hâlinde hapis cezası verilmesini gerektiren suç veya suçları daha önce işleyen ve bu suçun cezasını çekmemek için menşe veya ikamet ülkesini terk edenler;
Uluslararası mahkemelerce hakkında insanlık suçu kararı verilmiş olanlar;
26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlardan birini işleyen) kişilerin varlığı da tespit edilememiştir. Oysa çoğu hükümeti devirmek için çatışma yaparak kaçmış, bayramda yakınlarıyla bayramlaşmaya gidip geri gelirken hiçbir can güvenliği kaygıları olmamıştır.
Bu durumda; Mülteci olamayacağı kesin olan ve sığınmacı başvurusu tek tek alınıp incelenmediği için kesin bir statü kazanmamış milyonlarca kişi “ KAÇKIN “ konumundadır. Kaçkınlar, hak etmediği, adı “Geçici” olan ancak sığınmacı ve mültecilerin başvuru hakkı bile olamayan T.C. Vatandaşlığına kadar uzanan bir sürece kabul edilmiş oldular.
Oysa AB, 2010 yılında, daha bu süreç başlamadan(!) kendi büyüme planlarını gözden geçirerek, kitlesel akın başladığında, sığınmacı statüsünü sağlayan vasıflı kişileri, ihtiyacı olduğu sayıda, ihtiyacı olan yerlere, seçerek aldı ve yerleştirdi.
III. 2010 AB RAPORU VE GELİŞME SÜRECİ ÖZETİ:
Nüfusu hızla yaşlanan AB, 2010 yılı rakamlarına bakılınca 1990 yılı reel üretimine gerilediğini tespit edilmiş. Önlemler alarak, GSMH’sini, hedeflenen 2020 yılına ulaştırabilme ümidiyle bu rapor hazırlamıştır. AB’nin sürdürülebilir bir takip ile günümüze gelen en ciddi raporunun önemli noktalarının özetinde, kendi çıkarlarını korumaya yönelik yaptığı alt yapı çalışmalarına bir göz atarsak, bizim sürecimizi de doğru görme, planlama aşamasında, nerede hata yaptığımızı ve bundan sonra bu soruna nasıl çözümler üretebileceğimizi görme açısından önemli bir bakış açısı yaratabilir.
2020'ye doğru öngörüler:
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso tarafından 3 Mart 2010 tarihinde hedeflenen 2020 Stratejisi açıklanmıştı. 2020 yılı itibariyle hedefler ve mevcut durumun alternatif fırsat ve risklerinin şöyle özetleyebiliriz;
Dünyada gerek nüfus artışı ve dağılımı, gerek nüfusun demografik yapısında bölgesel farklılıklar; Avrupa nüfusunun yaşlanması ve batıya doğru kendini gerçekleştirmeye çalışan göç dalgaları, gerek çevre kirlenme hızında artış ve iklim değişiklikleri gelecek planlarında ekonomik, sosyal, siyasal yeni yapısal sorunlarla yüzleşme ve daha yönetişim gerektiren yapısal dönüşüm hedefleri belirlemeye İhtiyaç yaratmıştır.
Gerek işsizliğin artması, gerek nüfusun demografik yapısındaki değişim, kısa vadede bazı önlemlerle krizi bir fırsata dönüştürme çabası oluşsa da, sorun oluşan mevcut duruma hazır bir yeni yapısal değişiklik ihtiyacı baş göstermektedir.
Sorunun varlığını kabul etme ve durum tespitini bir dönüm noktası kabul edersek, uygulanabilir orta ve uzun vadeli istihdam verimlilik ve yeni yapıda sosyal uyumu, göç ile gelen yeni nüfusun mevcut kent soylu yaşam ve çevre koşullarına uyumu hızlandıran, bütünü gören, akılcı ve sürdürülebilir büyüme ve artı değer kavramlarını olumlu yönde geliştirmelidir.
Son on yılda GSYİH’de %4 lük düşüşün, emek bazında istihdamın % 10 oranında düşüşü 23 milyon kişinin işsiz kalmasına neden olmuş, bu oran, faal iş gücünün de %10 kadarıdır. Bu daralma Avrupa'nın son yirmi yıllık büyümesi kadar geriye gitmekle birlikte, yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Avrupa, yeni mevcuduyla, artık 1990'lı yılların ekonomik seviyesindedir.
Yirmi yıllık gerileme, bütçede de %7 açık meydana getirmiştir. Bu durumda büyüme, istihdam ve çevre yeniden planlanmalıdır.
Nüfusun yaşlanması, üretkenlik ve verimlilik düşüşü ile hem faal nüfusun azalmasına, hem de dünya devlerinin ortalama mesai saatlerinin altında istihdam edilebilmesi ile ABD, Çin, Hindistan gibi hızla büyümekte olan ekonomilerle mücadeleyi zorlaştırmış, rekabete ortak olabilmek için, daha çok sermaye; kaynak, Ar-Ge, teknoloji gerekmektedir. Bütün bunlar yeniden planlama demektir.
Planları, iyimser, daha az iyimser ve kötümser olarak farklı yorumlarsak:
1- İyimser Senaryo: Kayıplar Telafi edilmiş, kriz öncesi planlanan yol haritası ve sürdürülebilir büyüme sağlanmış, çarpan etkisi yaratılmış, bilgiye dayalı akıllı büyüme, daha verimli kaynak kullanan, yeşil ve rekabet eden bir ekonomi, ekonomik ve sosyal sınırları kapsayan, bütünleştiren, kapsayıcı bir yüksek istihdamlı ekonomi.
2- Az İyimser Senaryo: Daha az bir iyileşme ve kontrolü daha gevşek bir iyileşme ile koordinasyon ve yönetişim eksikleriyle kalıcı servet kaybı ve reformlarda hız yavaş.
3- Kötümser Senaryo: Kalıcı kayıp on yıl sebebiyle yüksek işsizlik. Yeni sosyal sorunlar, AB'nin küresel bir düşüşe geçmesi. Tersine çarpan etkisi beklentisi.
Tüm bu raporlar ve planlar sonucu büyük göç dalgasında, hedeflere uygunluk için yüksek katma değer yaratan nüfus ve çok az da kaçak yollarla Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşan kişilerle süreçlerini olumluya çevirmiş, kendi sürecine uygun davranmış bir Avrupa görmekteyiz.
1990’larda Eski Yugoslavya’da yaşanan göç krizinde geçici koruma statüsü gündeme gelmiş, 1990 Bosna ve 1999 Kosova krizlerinde tanımlamaya uygunluk net olduğu halde AB üyesi her bir ülke, mültecileri yine kendi çıkarları ve ülkelerinin düzeninin hiçbir şekilde bozulmaması üzerinden uygun şekillerde kabul etmiş ve koruma uygulamışlardı. Göçe maruz kalan insanlar bu durum yüzünden birkaç kez ülke değiştirmek zorunda kalmış, yeni akınlar doğmuştur. Bu uygulamaların geçmişte başka benzer örnekleri de yaşanmıştır.
Kendi modern toplum düzeninde, kentsoylu yapısına dışsallık yaratacak her tür etkiden kendini koruma telaşında olan Avrupa, 2011 Suriye kaçkınları için, Türkiye’nin AB müktesebatına uyumu iddiasıyla, ülkeye istilacı gibi giren kalabalıkların “Kaçkın” olduklarını kabul etmeksizin, ülke yapısını temelden bozacak koşulları dayatmıştır. Türkiye, BM üyeliği sebebiyle, her yıl yapması gereken katkıları gönüllü yapmış, görevlerini yerine getirmiştir. Oysa bu önceden tahmin edilemez (a priori) durumda tüm ülkelerin bu “Külfet paylaşımını”, “Adil Dağılım” şeklinde bölüşmesi adildir.
Oysa yük tek başımıza taşımamız için omuzlarımıza yüklenmiştir.
IV. SURİYELİ KAÇKINLAR KONUSUNDA DEGERLENDIRMELER:
1- GÖÇE MARUZ BIRAKILAN MÜLTECİLER AÇISINDAN:
Yaşam alanlarından, topraklarından, tarihlerinden, kültürlerinden koparılmış kişiler, servetlerinden, hatıralarından ve alışkın oldukları yaşam şeklinden -kısacası köklerinden- koparılarak Türkiye’ye sığınmaya zorlanmışlardır. DÖNMEK İSTEMEYEN SIĞINMACI ORANININ %60'TAN FAZLA OLDUĞUNU İDDİA EDEN ANKETLER OKUYORUZ.
2- GÖÇ ALAN / GÖÇE MARUZ KALAN HALK AÇISINDAN:
Yaşam alanlarında sermaye sığalaşması (Yerli halkın fiziki ve beşeri sermaye yatırımından aldıkları payın azalması) ve negatif dışsallıklarla (kendi yaşamları ile hiç ilgisi olmayan kişi davranışlarından olumsuz etkilenmeleri)
yaşam kalitesinde istenmeyen değişim/ azalma durumunu algılamak, kabul etmek ve
bundan sonra birlikte, düalizm/ikili yapıya dönüşmüş yaşam alanlarında
tanımadığı, bilmediği bir kültürü yaşamaya maruz bırakılmaktadırlar.
ATATÜRK'ÜN MODERNLEŞMEK İÇİN BATIYI YÖN OLARAK GÖSTERDİĞİ TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN VATANDAŞLARI TEK YÖNLÜ, YEREL KÜLTÜRLERİ İSTİLA EDERCESİNE EGEMEN KÜLTÜRE BÜRÜNEREK, AGRESİFÇE ' KÜLTÜREL ÇATIŞMAYA' MARUZ BIRAKILARAK, BATIDAN UZAKLAŞTIRILARAK ARAP KÜLTÜRÜNÜN YARATTIĞI DAVRANIŞ KALIPLARINA MARUZ BIRAKILARAK 'KÜLTÜRLEŞME' DENEN ( Halk bu yeni duruma ‘Araplaşma’ diyor) OLUMSUZ BİR EVRİM VE DEĞİŞİM SÜRECİNE SOKULMUŞTUR.
Bu yeni süreç, Türkiye’nin doğusunda adı hala net konamamış binlerce ölümle devam eden kırk yıllık bir başka sürecin sanki yeni baştan, bir başka kültür ile tekrarlanma sahnesidir; çatışma kültürü, hatta terörizmi körükleyecektir; toplumsal huzur, güvenlik, umut ve yatırım talepleri daha da azalacaktır.
İşsizliğin yüksek olduğu ülkemizde kaçak göçmenlerin kapıda emek maliyetine alternatif ucuz işçi arzı yaratmasıyla işverenlerin yerli işçi talebi azalmaktadır. Ucuz
ve kötü koşullarda verimsiz işçilik kaçak olarak istihdam edilecek ve yerli
malı üretim kalitesini düşürürken işsizlik körüklenmektedir.
3- SAGLIK KONUSUNUN VE SOSYAL SORUNLARIN DEGERLENDIRILMESI:
Aşı haritasının onlarca yıl geri gitmesi, uzun süredir görülmemiş hastalıkların ortaya çıkması, sığınmacı doğum oranının yüksekliği; hükümetin, uluslararası kuruluşların ve mültecilerin maddi ve manevi olarak buna hazır olmamaları, sağlık ve eğitim geleceğimizi şimdiden alt üst etmiştir.
Travma yaşamış (göç yolu boyunca şiddet, cinayet, ölüm, taciz, tecavüz vb. görmüş) çocuklar iki yıl içinde özel bir rehabilitasyondan geçmezler ise, bir daha olumlu, mutlu, umutlu insan düşüncesi kuramayabiliyor. Bu durumda göçle gelen birinci kuşak çocuklar, binlerce şiddet makinasına dönüşmek üzeredirler.
Çok sayıda küçücük kız çocuğunu eş sıfatıyla(!) gayri yasal olarak defalarca satılmaktadır. Bu durum, bir başka travma nedeni olmakla birlikte aile yapımızı da bozmaktadır.
2018 ocak ayı içinde sadece bir hastanede kaçak olarak 15 yaşında 115 kız çocuğu doğum yaptırılmış, üzeri örtülen kim bilir kaç hastaneden bir kişinin aylar süren mücadelesiyle ancak duyulmuştur.
4- EKONOMIK GELISME VE SOSYAL YASAM ACISINDAN DEGERLENDIRME:
Bilim insanları kent soylu modern toplum yaşamını içselleştirmenin 140 yıl süreceğini
söylemektedirler. Bu, dört kuşak aynı yerde göç etmeden ve almadan sürekli
eğitim ile içselleşebilecek bir kültürel olgu iken, Türkiye ekonomisinin
tasarruflarının mültecilerin tüketim harcamalarında kullanılması bir sızıntı yaratmıştır. Yatırıma gidecek tasarrufların başka alanlara (tüketim) kaydırılarak, büyüme hedefinden uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Türkiye teknolojisi gelişmekte iken yapacağı yeni büyük yatırımlar ile tüm dünyada rekabet edebilir ürünler üretecek binlerce fabrika kuracağı paralarla bugün büyük sorun olan işsizliği önleyecekken, tüm yatırım yapacak paralar kaçkınlara harcanmış, elimizdeki telefonlardan başlayarak teknoloji harcamaları için tüm kazancımızı yine ithalata verir durumda yaşamaya mecbur bırakılmışız.
Bu göç politikasıyla kaçkınlara kapılarını kapatarak bilinçli olarak bize yönlendiren Batı, sadece yaşlanan nüfusunun yerine adapte olacak kalitede az sayıda eğitimli sığınmacıyı seçmekte, kalabalık ve üretimde marjinal faydası düşük olan ve geriye kültürlenme etkisi yaratacak eğitimsiz grupları kalıcı olarak ülkemizde konuşlanmaya zorlamaktadır.
Batı, bu kaçkın göçünü, modernliğin eşiğini atlamak üzere olan bize karşı bir silah olarak kullanmaktadır.
Kısaca, iktisadi kalkınma sürecinde farklı dönemleri yaşayan ayrı toplumların bir arada yaşamaya mecbur edilmesi, her iki grubun kıt kaynakların bölüşümünde, kendi gelişim düzeyi alışkanlıklarına göre dağılım talebi, yeni ekonomik ve sosyal sorunlar doğurarak ve göç veren ve alan her iki grubun da ayrı ayrı gelişme sürecine engel olacak, terör yeniden farklı bir tohum ile tekrar tekrar çözemediğimiz yeni bir kanaldan başlayacaktır.
SONUÇ: Göç engellenmelidir!
Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi doğru anlaşılarak, Ortadoğu’ya barış gelmeli, geriye göç özendirilmelidir.
Dünyada tüm ülke kültürleri birer mirastır. Yok etmek de, farklı kültürleri bir arada yaşama zorlamak da birer insanlık suçudur.
Mecburi durumlardaki göçler doğru tanımlanarak, tüm gelenlerin her türlü kaydı eksiksiz tutularak, kamplarda, şehrin gelişmiş yaşam davranışlarına negatif dışsallıklar yaratmayacak şekilde planlanmalı ve tüm politikalar hızla geriye göçü
özendirmelidir. Ayrıca göçün her türlü maliyeti uluslararası kurumlar ve ülkelere bildirilerek sadaka tutarları ile değil gerekli düzenlemelerin yapılabilmesine derhal olanak sağlayacak şekle sokulmalı, aksi halde göç kabul edilmemelidir. Tek çözüm Suriye barışıyla önce dış geri göç tamamlanmalı, ardından güneydoğuda geriye göçü özendirecek güçlü kalkınma planları ve yasaların ithal değil, halkın gelişmişlik düzeyine uygun, ahlaki yıkıntının caydırıcı boyutta engellenmesine uygun parlamenter sistem içinde çözüm getirecek cezai koşulların yaratılmasıdır.
Kısaca; eğitim, sağlık, güvenlik zafiyetimiz, göçe bağlı harcama ve zaman kaybımız, sıçrama yaparak dünyanın etkin bir ülkesi olma hayalimizde önemli bir engel yaratmıştır. Kaçkın sorununa razı olmak, bir gelişememiş ülke olarak kalmamıza katalizör olacaktır.
Türkiye’nin adalet, kalkınma serüveni bir başka bahara kalmıştır.
Cumhuriyet kazanımlarının içselleştirilmesi, batıya giden gelişim sürecinde, hazır olmadığımız ve tolere edemeyeceğimiz bir anda, 55 yıldır üye olamadığımız, standartlarına ulaşamadığımız Batı kanunlarıyla, Ortadoğulu kaçkınların, cebimizde, evimizde, bizim haklarımızla yaşadığı bir köprüye dönüştürüldük.
Bilim toplumu olmanın temel yolu yatırımlarının yüksek teknoloji tabanlı inovatif insan ve katma değeri yüksek mallar üretmeye yönelik, ölçek ekonomisi ( ilk kuruluş maliyeti yüksek, büyük, yönetişim gerektiren) yatırımlarından geçer. Her yeni göç, bu sıçramaya hazır noktaya gelmiş Türkiye’yi, gelişmişlik düzeyi daha düşük, yaşam kültürü farklı gruplarla muhatap ederek, göçten sonra tüketim harcamaları artışı, dışsallık ve kültürleşme etkileri sebebiyle kazanılan ivme kaybedilmektedir. AB'nin yol açtığı başlıca sorunlar:
1-Türk insanının henüz ulaşamadığı gelişim düzeyindeki AB kanunlarıyla yönetilirken kendine uymayan kanunların yarattığı kamu vicdanı yaraları;
2-Türk insanının yaşam standartlarına henüz ulaşamamış daha geriden gelen kaçkınların bu hakları kendi vatandaşına sunamayan hükümetten alıyor olması;
3-Vergi ödeyen insanların devlet bütçesinde zorunlu ilke olan şeffaflıktan, hesap verilebilirlikten uzaklaştıkça hükümete olan güveninde azalma
4-Yuksek vergi ödedikleri için SGK ödemeleri gecikip sağlık hizmetleri kesilen vatandaşlarla bedelsiz sağlık hizmeti alan kaçkınlar arasında oluşan ayırım;
5-Üzerlerine kurulan şirketlerden yapılan dolandırıcılıklarla muhatap bulunamaması sebebiyle ticaret hayatında yaratılan haksız kazanç, sebepsiz zenginleşme;
Daha uzayıp gidecek dışsallıklar, neredeyse bir savaş ekonomisini andıran düzeye gelmiştir.
Bin km batıdan gelen kanunla bin km doğudan gelen kaçkının Köprü ülke Türkiye’de “Kervan yolda düzülür” hikayesi sürecektir. Eğer bir “ De facto” nüfus sayımı yapılırsa çok eksik yazdığımızı rakamlar söyleyecektir.
2018 Ocak/Not Dergi
Derya TÜZEN
Sosyolog, Ekonomist
Yerel Yönetimler- Uluslararası ilişkiler Uzmanı