‘’Antep’in hamamları sallanır külhanları’’
Diye başlar türkü ve şehri anlatmaya şöyle devam eder:
‘‘Mutlak Halep’e düşer kaçakçının yolları
Mercidabık ovası kara yılan yuvası…
Çalar barak havası
Hele hele hele Anteplim gel yanıma dili datlım
Çifte telli çalıyor kalkın da oynayalım…’’
Türküler, kültürün çok önemli bir temsilcisidir; bölge halkı, demografik ve fiziki yapı, ticaret, yerleşim yeri özellikleri… Ne çok konuyu bir solukta anlatıyor;
Kaçakçılar, külhanbeyleri, hamamlar, eğlenceler…
Karayılanlar (!)
*
Köy; Kalkınma Öncelikli Yöre: Kırsal tarım alanı (2014 yılında yasa ile tüm köylerimiz mahalle yapıldı). Oysa, bir tek ‘Tarım’ sözcüğü bile sayfalarca kavramla doldurulabilirken…)
Kasaba; Kırsallığını kaybetmemiş, köy ile kent arası bir yerleşim yeri.
Şehirler / Kentler; Sanayi, ticaret, hizmet, bilimsel eğitim alanları içeren, çok sayıda farklı sistemin bir dişli gibi düzen içinde işlediği gelişmiş üretim, ulaşım ve endüstrilerin yerleşik alanı.
Kentlileşme/ Şehirlileşme; Kent yaşamını içselleştirmiş, bütünleşmiş insan.
Köyden kente geçiş sürecimizde köyleri kaybederken… Ne kent üretim sistemi kurabildik, ne de kentlileşmiş, modern insanlar yaratabildik.
Neden göç ülke insanının yaşamında konfor alanı yaratmak yerine güvenli gıda tedariğinden bile uzaklaştı?
Açlık, yoksulluk, coğrafya bir kader mi?
Şimdilerde ne Mezopotamya’nın izleri kaldı, ne yerel miras yapıların nefes aldığı bir kültür… Birbirinin aynı, içinden koyu kusan zoraki sarışın kadınların oksijenle açılmış saçları gibi… Batı, Balkan benzetmesi çakma şehirler(!)… Tabi adı şehir; üstü başı kir-pas içinde yorgun, şehir olmayı becerememiş mega kasabalar desek daha mı uygun olur? Belki de cinsiyet ameliyatı geçirmiş insanlar gibi; yeni bir yerleşim adı verilmeli trans köy? Şehsaba? Falan… Bildiğim hiçbir bilimsel yerleşim yeri adını yakıştıramadığım… ‘Behice BORAN’ın ifadesinde tarifi olmayan bu görülmemiş büyüme şekline ‘Saçaklanma’ adını verdiği… Tabutluklar; oy kaygısıyla tapusu da yazılmış, hiçbir güvenliği, konfor alanı olmayan… Araf’ta bir yerde… Kalabalık insan manzaraları…
*
Kaçakçılık; ahlaki olmayan mal satışıyla ‘Suçun Senyoraj Hakkı’nı oluşturarak (!) sanki bir devlet edasıyla kurumsallaşmış bir Ataerkil sistem…
(Devlet, para basar kağıt masrafı yapar, paranın yapıldığı madde (kağıt, altın, gümüş…) değeri paranın gerçek reel değeriyken, üzerinde yazılı nominal rakamlar toplumun kabul ettiği değişim, kullanım değeridir. Aradaki fark devletin gelirdir. Buna senyoraj hakkı denir.)
Ancak, Dünya’ da ilk kez bizde, ahlaksız mal satanlara kamu vicdanı bir yaptırım uygulamak yerine, yarattığı tüm negatif dışsallıkların bedelini topluma ödeterek ‘ahlaksızlık senyoraj hakkı olarak’ diyelim, bir sebepsiz zenginleşmeden doğan güce tapma, başarı ölçüsünün para olduğunu kabul ederek bir edepsiz razı gelme, boyun eğme, hatta alkışlama, rıza gösterme durumuna rastlarız.
Böylece, topraklarımızda bin yıl önce başlayan kelam, tasavvuf ve felsefe tartışmalarıyla ulaşılmak istenen insani erdem, tek-i diyar eylemiştir.
Artık, şehirleşememiş diyarlardan, göçle gelen külhanlar yurdun dört bir yanında sallanmaya, kaçakçılık dallanıp budaklanmaya, olanakları az gecekondular, kenar mahalleleri tam gaz oluşturmaya başlamıştı.
*
Oysa… Dünya bizden çok farklı gelişiyordu;
4. Sanayi Devrimi ile, Dünya devi ülkeler yerine, özellikle teknoloji ve bilimi yeniden üreterek katma değeri yüksek mallar pazarlayan büyük ÇUŞ’lar ( Çok Uluslu Şirketler) büyük karlar elde etmeye, Dünya’ya yeni bir düzen (BOP/ Büyük Ortadoğu Projesi’ni) getirmeye başlamıştı.
Yetişmiş az sayıda güzel çocuğumuzu da beyin göçü ile elimizden alıp, ürettirdiklerini bize çok fahiş fiyatlara satarak yüksek gelirli ülkeler olmaya devam ettiler.
(Bu konuya yarın devam edelim… Dünya gelişirken biz ne oluyoruz?)
*
Biz bölgenin ilmini unuturken, Avrupa matbaa icadıyla, bizden aldığı ilimi, bilimle yoğurup, basıyor, dağıtıyor, hızla aydınlanıyordu. Modern toplumun ihtiyaçlarını üreten insan yetiştirmeye başlamışlar, sanayi devrimlerinin ürünleri ile zenginlik içinde gelişiyorlardı. Biz bilime, yeniliklere uzak, ilim ve erdemden vazgeçip 80’lerin postmodern tüketim kültürüne adapte olup, üretmeden yaşayan bir toplumuna dönüşüyorduk. 2000’lerde Metaverse Sisteme yelken açan, kendi insan hakları için yola çıkan AB kapısında, kindar ve dindar bir nesille, Ortadoğu’dan gelen milyonlarca kimliksiz kaçkınla kol kola ticari rekabete saf durduk.
İşte tam burada, vatandaş artık geçinemiyor ve açlık sınırı altında yaşıyor…
Anomi (Güvenecek kimsesi, devleti olmadığını düşünen insanların intihar ederek başlattığı sosyal çözülme, Sistemsel çöküş…) başladı.
Son seçimde verilen oylara bakan ne iktidar ne de muhalefet çıkan oylara bakarak bunu hala göremedi…
Dün kaldığımız yerden devam edersek…
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarında nüfusun % 80’ i köylerde yaşıyor, % 5’ i okuma yazma biliyordu. Bu sebeple önce eğitim seferberliği ilanı,1940 yılı itibariyle tarıma elverişli köylerde ilkokullara öğretmen yetiştirilmesi amacıyla Köy Enstitüleri açıldı. Kutsalı olan, erdemli, laik, modern, bilimsel, bir sistem hedeflenmişti. 1947’de kapatıldı. 1974 yılında da Öğretmen Okulları kapatıldı, iki yıllık Eğitim Enstitülerine dönüştürüldü.
Bugün, ‘Öğretmenlik’ görevi ile geliri arasına sıkışmış bir milyondan fazla eğitimci kaygılı, bir bu kadarı da işsiz. Bir de şiddet başladı…
Dün, sınıflar yerine alanlar doldu. Öğretmenler, eğitilmek isteyenlere büyük bir ders verdi.
Bugün de yeni eğitim sistemi için hazırlanan model, itiraz ve öneriler içeren süreç bittiği için askıdan indirildi. Yeni (!) eğitim sistemine artık itiraz ve öneri verme süresi doldu.
Ben, yukarıda bahsi geçen Köy Enstitüsü modeline de karşıyım
80’lerden beri yap boz tahtasına dönen tüm uydurma fikirlerle çocuklarımızı körelten, zehirleyen ezberci test ve tost çocuğu yaratan bu tüketim kültürünü içselleştirmiş, kaderci, kinci, dinci ve burada sayacağımız, eğitime yakışmayan daha onlarca sıfata da karşıyım.
Her ülkenin eğitimi, coğrafyasına, gelişmişlik düzeyine, ihtiyacı olan mesleklere yönelik ve özel olmalı;
Ayrıca her çocuğun doğuştan getirdiği özelliklerine yönelik özel de olmalı. Her çocuk ayrı bir dünya! Kendine has, özel, ne bizim mülkümüz, ne devamımız, ne başarılı olduğumuzu göstermek için kullandığımız bir robot.
Hepimiz sadece bir rehberiz… O kadar!
İnsan olmalı hepsi bu; kendini gerçekleştirebilecek donanıma sahip…
Sanat, bilim, spor, yabancı dil, teknoloji… Yaşadığımız Dünya’ya ait her ne varsa… Ne kadar bilmesi gereken konu, kavram varsa ihtiyacı olan…
Çocuk, özgür beynini yormadan, duvarlar, örümcek ağları kurmadan; düşünebilen, öğrenmeyi öğrenmiş bir birey olabilsin diye eşit fırsatları olmalı…
Bütün çocuklar için tek bir ortak kültür ve fırsat eşitliği yaratmak gerek;
O zaman asıl soru şu;
Özel okul, imam hatip, açık lisesi, meslek lisesi, devlet okulu… Neden bu kadar farklı fırsat?!
Hepsi devlet okulu değil mi? Hepsi ‘Milli’ değil mi?
Çocuklarımızın fırsat eşitliği yoksa, ülkenin en önemli üretim faktörü ‘ Emek’ etkin kullanılamayan, üretmeyen, kendine yetemeyen ( Üretimde tersine çarpan ilkesini işleten/ gittikçe daralan bir ekonomi ve işsizlik artışı) hale dönüşür.
Zaten, çevreyi hoyratça, kaynakları israf ederek kullanan bir zümrenin yarattığı ‘Liyakatsiz’ bir topluma dönüştük. Gençliğin, hayata, ülkesine karşı sevgi ve bağlılığını, aidiyet duygusunu güçlü tutarak, gelecek umudunu yeşermek...
Beyin göçünün itici sebeplerini ortadan kaldırarak… Bütün çocukları, kendi çocuğu gibi gören ve evlatların kendini geliştirmesi için ‘Milli’ kelimesine yaraşır bir ortak ‘Devlet Baba Eğitim Sistemi’ bekliyorum.
Derya TÜZEN
İZMİR 11.05.2024
*
Katledilen öğretmenimin acısı bitmedi. Yarın buradan devam edelim…