- Kahvaltıyı balkonda yaptık. Bitirdik, balkonun köşesinde taht gibi durup eşimle kapmaca usulü oturabildiğimiz ahşap koltuğa ben kuruldum.
Gözüm uzak apartmandaki “İzmir Bayrağı”na takıldı (ilk kez İzmir Ticaret Odası’nın dağıttığı ve sonraları isimlendirilecek kadar popüler olan, ön planında kalpaklı Mustafa Kemal ve fonunda Türk bayrağı yer alan, dikey tasarımlı bayrağa piyasada bu ad verilir).
“Köydeki evin duvarına bu bayrağı boyayalım.” deyiverdim. Gözlerim ve sesim kısılmış, açığa vurmamaya çalıştığım bir hınçla mırıldanıyorum.
Resme yetenekli eşimle, çizerdin-çizemezdin, yapıp yapamayacağımızı konuştuk bir süre. Üzüp yormamak için tabelacı arkadaşıma hazırlatmaya karar verdim, konuyu kapattım.
Gözlerim yaşardı.
(Baba hattından gelen bir ağlama kromozomum var. Peder de bildim bileli, gıkını bile çıkarmadan gözyaşı döker hislenince. “Erkek gibi ağlamak” diye bir şey varsa öylesi - çok yakışır. Babası da öyleydi: Hele de yaşı ilerlediğinde, biz torunlarını kapıda her gördüğünde –genel sevimsizliğinden beklenmeyecek şekilde- hemen ağlayıverirdi.
Benim ağlamam babam gibi değil: Sesim titreye titreye yok olur, iç çekmekten konuşamaz olurum.)
Pelin yüzümü gördü, üzüldü, sesini yumuşatıp “Ne oldu şimdi…” diye sordu.
Dağılıverdim, nefesimi “Pazar gününden beri asaplarım bozuk.” tümcemi tamamlamaya yettiremedim, yüzümü yıkamaya kaçtım.
- Kemeraltı’na gitmeye karar verdik. Arabayı Damlacık’ta park ettik, çarşıya inerken yolumuzu Mekke Yokuşu’na düşürdüm, İsmet Paşa’nın doğduğu evin kapısında Atatürk tişörtlü oğlumla başı dik, ifadesi kararlı bir fotoğraf çekildik.
- Müdavimi olduğumuz kahveciye yürürken mendil satan bir teyze bize doğru yöneldi, elindekini uzatıp “Hayırlı cumalar.” dedi.
Tanıyabileceğiniz en uyumlu, olumlu, kolaylaştırıcı insanlardan birisi olan eşim, kadına “Bugün bayram!” diye çıkıştı,
dönüp yolumuza giderken de bana kısa ama hırslı bir bakış fırlatıp “Bundan sonra böyle…” dedi.
- Öğle yemeğimizi oturacağımız terasa sipariş etmek için sokağın köşesindeki pideciye uzandım.
Peşin ödeme yapacağım, çıkardım kredi kartını, “Var (POS cihazınız), değil mi?” diye sordum.
Kasadaki herif, kısa bir sessizlik esnasında suratına bir tatsızlık takınarak önüne baktı, ağzının karanlığından cevap verdi:
“Siftah yapmamıştık.”
Günün ilk alışverişini nakit parayla yapmayı kutsal bilen bir kafayla muhatabım. Cüzdanımı açıp gözüne soktum, üstümdeki nakit paranın yetmeyeceğini gösterdim. Ruh hâlinde herhangi bir değişiklik yaratmayı başaramayınca “O zaman ben gidip siz siftah yaptıktan sonra geleyim.” deyip laf çarptım. İsteksizce kartımı aldı.
Pelin’in mendilci kadına yaptığını ben yapmayı başaramadım. Gönlü olsun diye bir miktarını nakit verdim, “Al, bak bu da siftahın.” diyerek tekrar sataşmayı ihmal etmeden. Sonra da kendime yine de iyi olmaya gayret eden taraf olduğum için kızdım.
*
Gün, her şeye rağmen güzel bitti:
Sosyal medyada dostların dizi dizi uzayıp giden 19 Mayıs kutlamalarını gördükçe kendime geldim.
Geçmiş pazar gününün boğucu dumanından sıyrıldım.
19 Mayıs iyi geldi bana, değerli eski Türkiye vatandaşları.