Birkaç hafta önce "Çingene Öyküleri" adlı, artık mutadım olduğu üzere sahafta bulduğum bir kitabı okudum. Bu çok ilginç millete dair Türkiye ve dünya yazarlarının anlatılarından derlenmiş bir seçki.
Antolojiler, edebiyat tarafından bakarsanız, "yazar tadımı" diyebileceğimiz fırsatlar sunuyor okurlara. Muzaffer Buyrukçu’yla ve Nobel ödülünü en ileri yaşta (87) alan kişi unvanını haiz Doris Lessing'le müşerref oldum örneğin, bu eser sayesinde. En son belki yirmi yıl önce okuyup çok keyif aldığım Cevat Şakir'in (en azından bu kitapta yer alan öyküsündeki) dilini basmakalıp bulmak gibi ummadığım bir deneyimim de olmuş oldu.
İçeriğe gelince... Sanırım en başta bahsedeceğim flaş haber, gölge oyunlarının baş kişisi “Karagöz”ün bu oyunlarda kendisinin Çingene olduğunu dile getirdiğini öğrenmem.
Kitabın sunduğu Çingene profilinin bana en çarpıcı gelen yönü ise şu oldu:
Anayurtları Hindistan, biliyorsunuz. Yüzlerce yıl önce kopmuşlar ve kürenin hemen her yerine dağılmışlar.
Buna karşın, aralarına çağlar ve kıtalar girmiş olsa da geleneksel geçim kaynakları farklılaşmamış: Müzik ve dans, el aletleri imalatı, falcılık…
Yer verilen hikâyelerden bir tanesi, yine Nobel ödüllü Elias Canetti’ye ait. 20.yüzyılın ilk yıllarından bir Bulgaristan sahnesinde, çocuk çalmakla suçladığı ve kırmızı renge düşkün Çingenelerden bahsediyor.
Romanya’da geçen bir başkasında, esmer karakterimiz, aldığı parayı iki yanağına sürüyor, tanıdık geliyorsa…
Kısacası, derlemenin yer verdiği yazarlardan Michael Swan’ın da işaret ettiği gibi, “Çingeneler apayrı, kendine özgü düşünme, konuşma, yaşama yolları olan bir ulus hâlinde kalmayı becerebilmişler.” Aralarına ulus-devletlerin sınırları çekilip bölük pörçük bölünmüş bir insan topluluğunun, zamanın, uzaklıların, yasaların ve otoritenin kuşatması altında kendileri olarak kalabilme gücünü hayal edin. Bu “kendisi olma” karakterindeki hayatta kalma içgüdüsünü, hor görülme, aşağılanma –hatta zulüm- gibi etkenlerin gölgesinde görmeye çalışın.
“Ait olduğu topraktan koparak yeryüzüne dağılma” tecrübesini çok daha önce yaşamış bir başka milletle yan yana koyup bakmak ilginç bir bakış açısı sağlıyor: İsrailoğulları da “Kenan”dan ayrılarak yere düşen bir narın taneleri gibi dört bir yöne saçılmışlardı.
Bir benzerlik: Yahudiler de çağlar boyunca, içlerinde yaşadıkları toplumların alt tabakalarından birini teşkil ettiler. Sonradan yaygın bir yafta hâline gelmiş “zengin, paragöz Yahudi” klişesinin aksine, kentlerin kendilerine mahsus yoksul semtlerinde ve köylerde yaşadılar. 2.Dünya Savaşı filmlerinde geçen “getto” sözcüğünü, İzmir tarihinde karşınıza çıkan “Juderia (Yahudi mahallesi)” ifadesini hatırlayın.
Bir farklılık: Yahudiler “Vaadedilmiş Topraklar”a –yani vatanlarına- dönüş hayalini inanç ve kültürlerinde daima yaşattılar ve geçtiğimiz yüzyılın ortalarında binlerce yıllık bu ülkülerini gerçekleştirdiler. Çingenelerin böyle bir gayesi olmadı, ayaklarının o gün basmakta olduğu her yeri yurt edindiler. “Çingeneler Zamanı”nın yönetmeni Kusturica’nın “Sinemada ne anlatmak istiyorsanız, her yerde ve zamanda var olabilen Çingeneler üzerinden kolaylıkla anlatabilirsiniz.” mealinde bir tespitte bulunduğunu anımsıyorum.
(“Bir İzmirlinin Dünlüğü ve Günlüğü”nün en sevdiğim yazılarından birisi, Dibekbaşı tarafında karşılaştığım bir sokak satıcısına dairdi. Yaşlıca, zayıf ama her gün işlemekle dinç kalmış bir Çingeneydi. Sırtına vurduğu tas, leğen gibi plastik eşyayı satıyordu.
O sokaktan geçen ben olmasaydım da babamın gençliği olsaydı, o satıcı muhtemelen Yahudi bir adamcağız olacaktı. Aynı şehir, tam aynı muhit, farklı tarih, öbür yoksul…)
*
Kitabın sonlarına doğru, yaşlı Çingene kadın, kedisine bir şarkı söylüyordu:
“Seni yaramaz hayvan, pis kedi,
Seni kimse istemiyor, değil mi Tibby,
Hayır, hayır, sen sadece bir sokak kedisisin,
Hey Tibs, yalnızca ihtiyar bir hırsız kedisin…”
Size de Friends’in Phoebe’sinin meşhur “Smelly Cat” şarkısını çağrıştırmadı mı?
Peki, Phoebe o dizideki en Çingene karakter değil mi?
*
Bu kadar çok “Çingene” dedikten sonra, politik doğruculuğa da bir değinelim: Bırakın farklı ülkelerde farklı şekilde adlandırılmalarını, Türkiye içinde dahi farklı bölgelerde Çingene anlamına gelen farklı tabirler kullanılır. Bazıları hakikaten aşağılama tınılıdır da.
Ne “zenci” ne “Yahudi” ne de “Çingene” sözcüklerini olumsuz bir duyguyla kullanmadığım için, bu sözcüklerin kullanımından imtina edilmeye başlanmasını içime sindiremedim gitti...
Öte yandan, Çingeneler kendilerine “Roma” der. Yukarıda adını andığımız filmin tüm dünyaya tanıtıp sevdirdiği “Ederlezi” şarkısında da geçer:
“Sa o Roma babo babo “Bütün Romanlar baba, baba
Sa o Roma o daje Bütün Romanlar, anneciğim
Sa o Roma babo babo Bütün Romanlar baba, baba
Ederlezi, Ederlezi” Hıdrellez, Hıdrellez”
Eh, kendine “Roman” diyen insana da inadına “Çingene” demenin âlemi olmasa gerek…
*
Kozmas Politis’in “Yitik Kentin Kırk Yılı”nda,
sanki bugünün yazın çıplak / kışın kalın çoraplı ayaklarına terlik geçiren Roman kadınlarından bahsediyormuş gibi
“(…) ayaklarında yüksek takunyalarıyla Çingeneler (…)” sözleriyle tarif ettiği,
Rauf Beyru’nun “19.Yüzyılda İzmir Kenti”nde,
atalarından “Meles çayının denize döküldüğü bölgedeki 20-30 çadırlık bir Çingene kampı” diyerek bahsettiği
Roman hemşerilerimin, geçmiş “8 Nisan Dünya Romanlar Günü”nü kutluyor,
kendilerinde her daim var olan yaşama gücü ve neşesinin daim olmasını diliyorum.
* Enrico Macias’ın bir Çingene kadınının çekiciliğini dillendiren, çok tutulmuş bir şarkısı.