Rüyanda ölmüş birini gördüğünü anlatırsın, “Rahmet istemiş…” derler.
Bazı bazı, İzmir’in anılarımdan, kimliğimden sıyrılıvermiş bir köşesi sıkça gözümün önüne gelir durur. Günler, haftalar boyu bir o, bir bu, bir diğer açıdan, içinden-dışından hayalimde canlanır. Kısa süreli gündüz düşleridir bunlar, gözlerim açık.
Rahmet isteyene rahmet okuyup rahat ettirirmiş gibi, kalkıp gitmezsem olmaz artık, orası neresiyse. Bir rüyadan değil ama kendi geçmişimden gelip de görünene, o çağırana gider, zihnimi bir sonraki ve bir başka köşeden gelen çağrıya kadar huzura kavuştururum.
1057 Sokak çağırıyordu beni kaç gündür.
Babaannemin evi.
Babamın çocukluğunun geçtiği, benim çocukluğumda bayram ziyaretlerine gittiğim, neye göre seçildiğini bugün bile bilmediğim kimi günler bırakıldığım ev.
Mavi boyalı –yoksa yeşil miydi- tahta kapısı. Açınca kısa bir hol. Ortasında huni biçimli irice bir delikten ibaret su gideri.
Karşıda merdivenler. Basamakları bir duvar bölüyor. Evet, doğru anladınız: Son iki basamak duvarın solunda, misafir odasının tuhaf bir köşesini teşkil edecek şekilde kalmış. Giriş katındaki bu salonun öbür ucunda, üç basamakla inilen, alt sokağa bakan bir oda var. Babam çocukken, evin kalabalık nüfusuna karşın (belki de “nüfusu sebebiyle” demeli) bir aileye kiraya verilmiş o oda.
Merdivenleri çıkmayıp sağa dönerseniz, orası kötü bir mutfak. Mutfakta babaannemin sucuk imalathanesinde çalışırken yapmayı öğrendiği köftemsi sucuğun baharatlı ve tuhaf, hoşa gitmeyen kokusu ama yemek istersiniz: Damakta lezzetli ve özel - bir ödül gibi de seyrek pişirilir ve az sayıda verilir.
Mutfağın bir köşesinde kötü bir alaturka tuvalet.
Merdivenlerden üst kata çıkınca çok küçük bir sofa. Sokak kapısının üzerine denk düşen penceresinin dibinde bir yatak.
Yatak kısa bir dönem babaannemin kocamış babasının ölüm döşeğiydi. Babama adı verilmiş, dul patroniçesiyle evlenip patron olmuş, Mumcu Kahvesi’nin karşısındaki fırınından kazandığı parayla yarış atı koşturmuş, sayesinde baba tarafı erkeklerinin ben dâhil alayını “beygirci” yapmış Fırıncı Ahmet.
Yatağın asıl sahibi, küçükken merdivenlerden yuvarlanıp başını son basamaklardan birine çarpan, bu sebeple ömrünün geri kalanını zekâ engelli olarak geçirmekte olan ve merdivenin sonuna o tuhaf duvarın örülmesine neden olan ortanca amcam Turgut. Hayatımın ilk başarılı taklidinin nesnesi: “Attımını ha?..”
Sofanın sağı, fazlalık her şeyin gelişigüzel konuluverdiği teras (“taraça” deriz biz). Bir köşesinde üstüne kat kat şilte ve örtünün serildiği, babaannemin Fuar gecelerinde üstüne uzanıp hiç de uzak olmayan mesafedeki Fuar gazinolarından gelen assolistleri dinlediği kerevet.
Sofanın solu, eski tip kontrplak tavanlı, duvarında Maarif takvimli, iki sedirli bir oda. Siyah-beyaz televizyon burada. Her zaman açılmaz.
Bu odanın sokak seviyesinde bir duvarı var, o duvarın ortasında büyük bir pencere var.
Pencerenin dışı, sokağın çocuklarına ait. Birikip dağıldıkları bir oyun noktası.
O birkaç karışlık alana, komşu evin bahçe kapısı açılıyor.
Kapıdan girdiğinizde, çocuk gözlerime göğe ıraksıyor gibi görünmüş dış merdivenler karşılıyor geleni. Beton, boyanmamış basamaklar. Kırk yıl önce sorsaydınız, belki kırk, belki yüz basamak olduğunu söylerdim size.
O evde bir kız oturuyor.
Yoksul sokağın güzel bir kızı. Yoksulluğuyla güzel. Belki de yalnızca bana göre güzeldi. Belki basamakların ilginçliği ve bahçedeki büyük ve cömert ağaç güzelleştiriyordu onu.
Ben sekiz-dokuz yaşındaysam, o da yedi-sekiz yaşındaydı herhâlde. Ne bileyim… Kim bilir…
Bir gün, havanın güneşli, o ağacın yapraklarının insanı doyuracak kadar yeşil olduğu bir gün,
o bahçe kapısını açık mı buldum, yoksa o kızın eliyle içeri mi alındım, hiç bilemiyorum,
o sonsuz basamakları sonuna
yani bahçedeki o ağacın dallarını ayaklarım seviyesine getirene
yani evin kapısına kadar tırmandım;
kızı öptüm.
Ömrümce o kadar güneşli, o kadar yeşil, yokluğun içinde o kadar cömert,
o kadar masum,
öpüştüğüm olmamıştır.
*
18 Nisan 2023 gecesi, babamın 79. yaş gününde,
1057 Sokak’a zihnimi huzura kavuşturmaya gittim.
Babaannemin sokakla barışık pencereli duvarının
ve komşu evin, tepesinden bir ağacın beni seyrettiği dış kapısının
karşısına geçip oturdum.
Babaannemin penceresine tuğla örülmüştü.
Ne adını ne yüzünü, küçük ve yoksul güzelliğinden başka hiçbir şeyini hatırlamadığım kızın, yaşıyor ise, mutlaka güzel çocukları olduğunu düşündüm.
*
Arabama atlayıp başka bir şehre ve başka bir çağa
yani bugüne döndüm.
Kalemine sağlık abicim
Yine gönül telime dokunan bir yazı daha. Eline kalemine yüreğine sağlık Tolga Arkat