29 Ocak tarihli bir konser üzerine notlarım, bu yazının içeriği. İzmir’e Dair medya grubu 2023 lansmanının keyifli fakat yoğun çalışma programından ötürü yazı teslimini biraz geciktirmiştim. Sonra da günlerdir yalnızca ilgili bölgenin değil tüm bir ülkenin yaşamakta olduğu yıkımdan ötürü yayınlanmasından vazgeçtim: Hiçbirimizde konser dinleyecek, düşünecek veya okuyacak hâl yok ve takvimleyemeyeceğimiz bir süre de olmayacak.
Kurtarma çalışmalarında Meksikalısından Moğol’una, komünistimizden ülkücümüze kadar fiziksel ve düşünsel uçlardan bireylerin tek bir uğurda, “insan canı” için çırpındığını görünce, kararımı değiştirdim: Belki de tam sırasıydı şimdi.
Sarsılan, yıkılan, ayakta durmaya çabalayan
ve onlara nefes olan herkese “İzmir’den selamlar.”
*
"Salut de Smyrne" konserindeyim. Bu ad, “kozmopolit İzmir” çağının kartpostallarından mülhem: Frenkçe "İzmir'den selamlar" dermiş işte bunlar, ön yüzdeki siyah-beyaz fotoğrafların bir köşesinden.
Akdeniz müziği yapan ve birisi şikâyetsiz ağlayan, diğeri tazelikle çağlayan bayan vokalleri Yunan mitolojisinin "Siren"leriymişcesine cezbeden bir grup. Meczup hâlde tavsiye ederim.
Konser Basmane'de, tarihî Bıçakçı Han'da. Büyükşehir belediyesi, bu yapıyı kamulaştırarak bir kültür merkezine dönüştürdü. Konser de yine Büyükşehir himayesinde düzenlenen "100. Yılında Lozan Mübadelesi" etkinlik programının bir parçası. Belediyemizin üstyapı hizmetlerine burun kıvıranı Zeus çarpar. Altyapı ise kentliyi çarpıyor, ne yalan söyleyelim, artık şöyle esaslı bir elden geçirilip yenilenmediği sürece... Bu şekilde geçinip gidiyoruz.
İlk nota duyulmadan yarım saat önce Basmane’ye vardım. Elbette, her fırsatta yaptığım gibi, ara sokaklara vurdum kendimi. Kolay üşümem, kat kat giyinme ihtiyacı hissettim arabamı terk ederken: Soğuk üstü bol nem. Tıpkı bizim Roman kadınları gibi lastik terliklerinin içine çorap giyip çıkan Afrikalı kadınların ayakları utandırıyor beni. Bakkala ev kıyafetinin üstüne gevşek örülmüş birer yün yelek giydirilip çıkarılan el kadar çocuklar da cabası. Çırpı ve çarpık ve uzun bacaklarına beyaz, incecik bir spor şortu geçirip gezen Habeş delikanlıya ne demeli? Dış kapıların mazgallarından ve açık pencerelerin perdelerinden ayırt edebildiğim Arapça ve hiç bilemediğim başka bazı dillerde konuşmalar yollara dökülüyor. Suriyeli dükkâncı üşenmemiş, memleketinden bir yerden litrelik gazoz getirtip koymuş dolabına.
Yoksa bambaşka bir yerinden tutup kozmopolit mi olduk yine?
Solist hanım Rumca şarkıya başlarken mealini özetliyor. “Nerelisin?” diye sorulunca bozulup tersleniyormuş ozan: “Nereli olduğumdan sana ne?” Ege kıyılarında gezinip duran repertuarın kanun tellerini Siirtli delikanlı tıngırdatıyor, gülümseyişi soldan sağa iki-üç oktav uzarken alt dudağı dişlerine siper olup sevimli bir afacanlığa bürünen perküsyonun adı Zilan.
Şu Basmane düzlüğünden yukarıya, Pagos’a kadar uzanan yamaçları 50-60 yıl önce Güneydoğulu vatandaşlar yurt edindiydi. Onlardan evvel, yoksul Yahudi hemşerilerin muhitleri uzanıyordu az ileride, yüzyıllar boyunca. İmparatorluk sıcak suda çeken kıyafet gibi küçüldükçe yerlerinden kopan / sürülen Müslüman ahaliye de yine bu tepenin sırtları, etekleri sığınak olduydu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarının devrimci şiarıdır: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” Bugün şu sokakların soğuk renkliliğine bakıyorum, elimdeki kitaptan sabah okuduğum “sefaletin kaba şiiri” lafı aklıma düşüyor, tekrar formüle ediyorum o sloganı: “İmtiyazsız, tek bir emekçi sınıfa ait, birbirine düşürülmüş bir kitleyiz.” Anadolu’nun öbür yanından gelen gençler çalıyor Rumca müziğimizi. Patates hasadımızı güney sınırını aşıp gelenler yapıyor ve hastanelerde bizim kanımız veriliyor onlara lazım olunca.
Yüzyıllardır ne oluyorsa o oluyor Kadifekale’nin ayakları dibinde: Yoksulluk ve emek potasında bütünleşiyoruz.
*
Afet vurmuş-vurmamış tüm insanlarımıza şifa ve direnç diliyorum. Umudumuz dayanışmamızda.
(Fotoğraf: “İzmir Kartpostalları 1900”, Hazırlayanlar: Fikret Yılmaz – Sabri Yetkin, Koleksiyon: Seyhun Binzet, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, Haziran 2003)