Çeyrek asır önce yalnızca sekiz ay çalıştığım "Yaşar Birleşik Pazarlama"nın yerleşik olduğu, bağlı bulunduğu holdinge ait iş merkezi, iki katlı iki demode bina, bir soğuk hava deposu ve birkaç baraka irisinden oluşurdu. Hemen bitişiğindeki bir diğer Yaşar girişimi olan “Jordache Jeans”, bu Amerikan kot giyim markasının Türkiye temsilciliği olarak faaliyet gösterirdi.
Bu kompleks, 2 yıla yakın bir süre önce yıkılan efsanevi Piyale fabrikasının hemen arkasında yer alırdı. Servislerimiz Piyale'nin solundan, dere boyundan geçip iş yerine ulaşırdı.
"Makber" şiirini bir hatırlayın:
"Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı,
Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı."
Bahsettiğim kampüs, önünde yayılan fabrikadan çok daha önce yıkıldı ve yıllardır arsa hâlinde duruyor. Şehrin Piyale gibi, Kartal gibi, Tansaş gibi, Kipa gibi sembol markalarının tarihe karışmasını ayrıca inceleyip konuşmak lazım.
Benim Yaşar çalışanı olma macerama dönersek: On günlük iş başvuru süresinin bitimine yarım saat kala isteksizce özgeçmiş bırakmıştım ve o sekiz aylık kısacık süre ne deneyimler, ne dostluklar sığdırdığım, şükrederek andığım bir periyod oldu.
Mülakatlarda "Pınar bir okul." demişlerdi. O tarihlerde bunun hem düşük maaş anlamına geldiğini hem de bir realite olduğunu öğrenecektim. Tecrübeli personel, gelirden ziyade unvanla tatmin yoluna gidildiğini fısıldamışlardı. O dönem İzmir'de ücret seviyesinin alçaktan uçuşunu Yaşar Holding'in maaş politikasına bağlayanları dinlemişimdir: Holding o derece geniş ölçekliydi ve abartılı veya değil, şehrin özel sektör çalışan nüfusunun yarısının bir dönem yolunun geçtiği çatı olduğu söylenirdi. "Tenkisat" sözcüğünü de ilk kez orada duyup öğrendim: Asistanlığını yaptığım genel müdürün yalancısıyım, en ufak ticari sıkışıklıkta ilk iş olarak personel azaltma yoluna gidildiğinden yakınmıştı. Kendini haklı çıkartmak istercesine, beni de ilk krizde gönderdi. Departmanı kapattılar, daha doğrusu; öyle bir "biçme" pratiğinden bahsediyoruz.
Selçuk Yaşar'ı hiç görmedim. Geldiğinde herkesin ayağa kalktığı, tuttuğu balıkları deniz ürünleri satış müdürüne "Al, bunları sat." diye verdiği, satış fiyatını takip edip beğenmediği anlatılırdı.
Kartvizitinde yalnızca adı ve soyadı yazarmış.
Patronumken holdinge bir CEO getirmiş, duyurusunda adamın Karşıyakalı olduğunu illa belirtmişti. Bir dönem Karşıyaka ilçesini grubun bir iştiraki gibi tahayyül etmekte sakınca yoktu sanırım. Körfezin kuzey sahilinde bugün bile Tuborg’dan başka biranın kolay kolay yudumlanmamasının bir sebebi var.
Bankayı (Yaşarbank) -birçoğu gibi suistimalden değil, idari sorunlardan ötürü- elden yitirene kadar Yaşar Holding, öyle veya böyle, bir devdi. Borçlarını da kan-ter içinde, azimle temizlediler. Holding firmalarına çok uluslu şirketlerden tepe yönetici transferleri ve ücret skalasında da iyileştirmeler yapıldığını, irtibatı kaybetmediğim eski mesai arkadaşlarımdan öğrenmiştim.
Birbirleriyle ilgisiz bir sürü konuda kitapçıklar yazabilecek kadar donanımlı bir girişimciydi. Pınar Süt fabrikasını gezince (Türkiye'ye sunduğu ilklerden yalnızca biridir) tesise büyük hayranlık duymuştum: Hiç süt görmüyorsunuz mesela, boruların içinden, hijyenik akıp gidiyor.
Geçenlerde, 98 yaşında Karşıyaka'sından ve hayattan ayrılmış. Birkaç yıl öncesine kadar, iki kişi koluna girmeden ayakta duramayan hâliyle, fabrikalarına gidip bilgi aldığını ve yön gösterdiğini biliyorum.
Severdiniz-sevmezdiniz, İzmir’in sanayi tarihçesini Selçuk Bey’in adını zikretmeden anmak mümkün değil. O heykel boş yere konmadı Bostanlı girişine...
Soğuk görünüşü bir yana, müstesna, anıtsal bir sanayiciydi. Huzur bulmuş olmasını dilerim.
(Fotoğraf: Durmuş Yaşar Köşkü ve Aksoy Mahallesi, Vehbi Moğol koleksiyonu)