“Nasıl yani, et yemiyor musun, hiç mi yemiyorsun, peki elleyebiliyor musun, evde pişirebiliyor musun, proteini nereden alıyorsun, kıyma da mı yemiyorsun, işkembe çorbası?” gibi sorularla vejetaryenler çok sık karşılaşırlar. Muhatabı olarak bizzat deneyimledim. Nedeni hiç merak edilmez de sonucu delice bir merakla kurcalanır da kurcalanır.
Bu kitabı okuma motivasyonum da açıkçası vejetaryenlerin çektiklerine bir duygu ortaklığı, sorulara verilecek cevaplara bir kılavuz ya da kamuoyunda empati oluşturmaya yönelik bir metin olduğuna dair düşüncem ya da izlenimimdi.
Nasıl da yanılmışım. Karşıma çok katmanlı, derinlikli, edebi inceliklerle dolu çok güçlü bir roman çıktı.
Güney Koreli yazar Han Kang’ın 2002 – 2005 yılları arasında kaleme aldığı, birbirinden bağımsız gibi de değerlendirilebilecek üç öyküsü ustalıkla bağlanarak nitelikli bir romana dönüşmüş. “Tek tek okunduğunda her biri farklı hikâyeler gibi görünse de birleştirildiğinde tamamen farklı, gerçekten anlatmak istediğim hikâyeyi oluşturan bir roman. Artık kendi yerlerine sırayla yerleşmiş oldular. Uzun bir ipin bağlanması gibi bir his bu” demiş yazar.
Üçe ayrılan romanın ön planında Yonğhe’nin vegan olarak başlayıp her türlü yiyeceği reddedecek boyutta anoreksik bir vakaya dönüşmesi kocasının, eniştesinin ve ablasının gözünden anlatılıyor. Bu ön plandaki hikâye ama aslında çocukluğunda babasından şiddet gören bir kadının içine yerleşip kalmış o güçlü şiddet duygusundan kurtulmaya çalışması, şiddetin her zaman fiziksel olmayıp görmezden gelmek, soru sormamak, cevap vermemek, rızası olmadan cinsel ilişkiye girmek, yalnız bırakmak, zorla yedirmeye çalışmak, onaylamamak, nedenleri sorgulamamak, anlamak için uğraşmamak kılığına da bürünebileceğini ilgili okurun gözleri önüne seriliyor.
İlk bölüm Vejetaryen’de Yonğhe’yi sıradan, itaatkâr, tepkisiz olarak tanımlayıp istediğinin aslında tam da bu olduğunu anlatan bir koca var. Bu koca, kanlı et parçaları, ölüler, öldürenlerle dolu rüyalar görüp ruhunu ele geçirmiş bu şiddetten kurtulmak için aniden vegan olmaya karar veren karısının nedenleriyle hiç ilgilenmiyor. Rüyalarını anlatmaya çalışan, her gözeneğinden et kokusu aldığı için kendisiyle artık sevişmek istemeyen kadını dinlemiyor. Bir aile yemeğinde Vietnam gazisi babası karısına vurup ağzına zorla et tıkıştırınca onu durdurmaya kalkmıyor. Yonğhe bileğini kesince hastanede refakatçi olarak kalmak bile ona zor geliyor.
İkinci bölüm, Moğol Lekesi’nde baldızının kalçasında doğum lekesi olduğunu duyunca cinsel arzuları şahlanan, evin geçimine katkı sağlamasa da videolar çekerek kendini tatmin eden sanatçı kılıklı bir enişte var. Baldız Yonğhe’yi vücuduna rengarenk çiçek resimleri çizmeye izin vermesine ikna ediyor. Sonrası şehvetli bir tufan. Bu bölümde kolaylıkla pornografiye kayabilecek cinselliğin usul usul, incelikle verilmesi edebiyatın ve yazarın kaleminin gücü olsa gerek.
Son bölüm Alev Ağacı’nda kardeşini akıl hastanesine kapatmış abla Inhe var. Inhe, kardeşini hastanede tuttuğu için suçluluk duyuyor. Rahatsızlık ya da gariplik fark ettiği anda engellemiş olsaydı, yaşanmış bazı korkunç olayların belki de hiç gerçekleşmeyeceğini düşünüp hayattan tıpkı kardeşi gibi kaçmak istiyor. Hep iyi ve güçlü bir kadın, anne, eş, abla, evlat olmaya çalıştığı için çok yorgun.
İzlediğim Kore filmlerinde hep düşündüğüm şeyi bu kitabı okurken de yakaladım. Aramızda binlerce kilometre olmasına rağmen Kore toplumuyla Türk toplumu arasında inanılmaz benzerlikler var. Mesela toplumsal baskı çok belirgin. Bizdeki gizli “el âlem örgütü” orada patron, iş arkadaşı, mahalleli olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman iyi niyet taşlarıyla döşeli bir cehenneme dönüşebilen aile, yine bizdeki gibi çok baskın ve ataerkil bir yapıda. Birbirlerinin her şeyiyle özgürlük alanı yaratmayacak boyutta ilgili ve bilgililer. Boşanmak orada da pek makbul değil. Sözümüz tabii ki bu yazıyı okuyanlardan dışarı; kocalar bencil, benmerkezci, duyarsız. Kadına şiddet maalesef orada da var.
Han Kang, romandaki aile sahnelerinin kasıtlı olarak çarpıtıldığını ve abartıldığını, yani romanın Kore toplumuyla ilgili sosyal bir portre olmadığını söylemiş. Doğrudur ama yine de anlatılanlar gerçeklerden, olagelenlerden çok da bağımsız ya da uzak olamaz, öyle değil mi! Çünkü böyle bir durumda okur bu boyutta ikna edilemezdi.
Aile üyeleri birbirlerine “baldız, enişte, damat, kayınvalide, kayınpeder, kayınbirader” diye sesleniyorlar. Bunun yazarın tercihi mi olduğunu yoksa çevirmenin mi öyle çevirdiğini merak ettim. Sorularıma cevabı çevirmen Göksel Türközü’yle yapılan bir röportajda buldum; birbirlerine gerçekten öyle hitap ediyorlarmış, hatta Korece akrabalık hitapları bizdekinden çok daha fazlaymış.
Bir başka ilginç ve iştah açıcı konu da romanın bazı yerlerinde sözü geçen Kore yemekleri. Çevirmenimiz konuyla ilgili olarak dipnot kullanmamayı, bu yemeklerin sözü geçmeden önce metin içinde bazı açıklayıcı bilgiler vermeyi tercih ettiğini söylemiş. Çok da iyi yapmış. Okurda bir Kore restoranına gidip o yemeklerden bulabildiklerini tatma isteği uyandırıyor.
Roman 2016’da, Nobel’den sonra en prestijli ödül kabul edilen Man Booker ödülünü almış. New York Times tarafından yılın en iyi on kitabından biri olarak değerlendirilmiş. Aynı yıl Türkçe’ye çok başarılı bir şekilde çevrilip April Yayınevi tarafından yayınlanmış.
Han Kang, bir gün otobüs durağında beklerken bir ağaca yaslandığında bu kitabı yazma kararı almış ve masumiyete, saflığa ulaşmaya, her türlü yemeği reddedip sadece su içerek ve amuda kalkarak bir ağaca dönüşmeye çalışan Yonğhe’nin hikâyesini anlatmış.
“Cevap vermekten çok soru soran bir roman. Hem soru hem de bir alegori içeriyor” diye tanımlıyor kitabını. “Bir ülkeye değil, insanlığa dair bir soru sormak, cevabı da okurların kafasında canlandırmak istedim.”
Sarsıcı, rahatsız edici bir dönüşüm hikâyesine tanıklık etmek ve kendi cevaplarınızı bulmak isterseniz bu evrensel romanı okumanızı öneririm.
www.edebiyathaber.net ‘ te yayımlanmıştır
Berrin Yelkenbiçer