Dillere pelesenk olmuş, her duruma uyar hale gelmiş, neredeyse tüm sorunların çözümüne aday gösterilmiş, tam bir başucu cümlesi olmuş malumunuz “Eğitim Şart!” ifadesi. Eğitimin şart olması gibi şart olmuş bu cümlenin mütemadiyen söylenmesi. Kimsenin tapulu malı olmayınca da, durup dinlenmeden, ağızdan ağza gezer olmuş, hem bilenden çıkmış hem bilmeyenden. Telafuzu için herhangi bir yeterlilik şartı aranmadığı için de, anlamını idrak edememiş ağızlar da bile gevelenmiş.
Göçebelik hayatı yaşarkenki zamanında iki temel faaliyeti vardı sapiensin, biri toplamak biri de avlamak. Yani iki yaşamsal etkinlik, ikisi de karın doyurmaya ve hayatta kalma amacına dayalı iki faaliyet. Büyük olasılıkla bugün, artık her ne kadar daha az hayret ettiğimiz, daha doğrusu artık daha az bilinmez olan, doğal yaşamın, canlıların çeşitliliğini ve kendi içindeki mükemmel düzenini izlediğimiz belgesellerdeki hayvanların yaşamlarından pek de farklı olmayan bir yaşam. Topla, avla, beslen, üre ve öl, sapiensin yaşam zinciri. On binlerce yıl içerisinde bu zincirin güçlenmesi ve uzaması için hem geçmiş, yani atalardan gelen hem de mevcut anda elde edilen bilgiler genç nesillere aktarıla gelmiş. Elde ettiği bilgileri işleme becerisi, analiz etmesi, bunları sorunların çözümünde hem de stratejik denilebilecek şekilde kullanması bizim türümüzü diğer canlılardan ayırmış ve bizi bugünkü halimize ulaştırmış.
Her ne kadar koca evrim ve değişimi iki cümlede özetlemiş gibi olsam da bu günler elbette ki gezegen üzerinde yaşamış milyarlarca sapiensin ortak mirasıdır. Birbirinden uzakta birbirinden habersiz hayatlar yaşayan ve insan merakının hem faydalarını görmüş hem de zulmüne uğramış yaşam ve toplumların hala tamamlanmamış ortak başyapıtıdır. Her yeni gün hemen hemen her alanda, zaman zaman akıl almaz gelişmelere şahit olmamıza neden oluyor. Öğrenmeyi artık aralıksız, kesintisiz bir şey olarak yapan, belki de çoğu zaman bilinç dışı olarak yapan, adaptasyon becerisi inanılmaz seviyelere ulaşmış, tüm koşullara ayak uydurabilecek bilişsel ve teknik kapasite ile beceriye sahip bir insandan bahsediyoruz.
Tarih öncesi çağlarda aile, klan, kabile veya adı her ne ise içinde yaşanılan topluluğu gözlemlemeye, denemeye ve yanılmaya dayalı olan eğitim konusu, bugün artık, avlamak ve toplamaktan çok daha farklı konulara yoğunlaşmış vaziyette. Normal tabi bir yandan da, ne de olsa artık yediğimiz önümüzde, yemediğimiz de buzdolabında, kilerde, depoda. Şu yaşamda ihtiyacından çok daha fazlasına sahip olmaya ve sürekli depolamaya çalışan tek varlık maalesef ki insan. Ve fakat, ihtiyaç duyduğu yaşamsal en temel şeylere bile ulaşamayan insanların var olduğu, herkese yetecek kadar kaynakları olan koca gezegenin kimseciklere yetemediği koşulları yaşıyoruz bir yandan da. Bencillik mi, müsriflik mi, kendini bilmezlik mi denir buna bilemiyorum. Bu konuda da yazacak çok şey var ama mevcudu dağıtmadan kaldığım yerden devam edeyim, sıra buna da gelir bir gün muhakkak.
Şöyle bir geriye baktığım zaman görüyorum ki tam tamına 17 yılımı eğitim alarak geçirmişim. İlkokulda başlayan bu süreç yüksek lisansa kadar sürmüş. Yazılamayan, süresi uzatılan ve hatta tamamlanamayarak atılmaya kadar giden tez süresini de eklersem 20 yıldan fazla süren bir eğitim hayatı. Yıllar içerisinde okuduklarım, izlediklerim ve bunlardan anladığım kadarıyla gözle görünen sistemi en iyi şekilde açıkladığına her ne kadar kanaat getirmiş olsam da yıldızımın hiç barışmadığı matematikten, şahsen varlığına inandığım insanın ruhuna ev sahipliği yapan bedeni ve işleyişini açıklayan biyolojiye, coğrafyadan tarihe, fizikten felsefeye pek çok temel alandan sayısız bilgiyle temas kurdum, gelmiş ve gelecek milyarlar gibi.
Öğrenen insan, en ilkel zamanlardan beri bu beceriyi hep bir adım ileriye taşımaya devam etmiş. Neredeyse herkes için bir nevi ilk buluş unvanına sahip tekerlekten sonra bugün bu gezegenin dışındaki bir yaşamı ve kolonileşmeyi konuşur hale geldik. Şüphesiz ki geldiğimiz bu nokta elde ettiğimiz bilgileri diğer nesillere aktarmamız ve her bir yeni neslin elde ettiği bilgileri, sürekli gelişen zihinsel ve teknik beceriyi genetiğinin de yardımı ile geliştirmesinin yarattığı bir sonuç. Türümüzü diğerlerinden ayıran birçok özelliği bugün artık çok daha net bilebiliyor olsak ve bu sebeple gelinen durum bir sürpriz olmasa da açıkçası yine de hayranlık uyandıracak bir durum olarak görüyorum sergilenen gelişimi. Ve bu nokta, özellikle de 90’lı yılların ortalarından itibaren kesintisiz olarak süren teknolojik gelişmelerin de ışığında, gelecekteki ulaşılabilmesi olası noktalar konusunda oldukça heyecan verici.
Yüzyıllardır insanlar bilginin peşinden koşuyorlar. Avcı toplayıcılıktan sonra toprağı ekmek ve bunu düzenli olarak yapmanın sonucu olarak geçilen yerleşik yaşamla beraber elde edilen mahsuller, başkalarındakine duyulan ihtiyaç, oluşan topluluklar, toplumsal sınıflar, verilen veya alınan unvanlar peşinde koşulan eğitimden beklenen niteliği ve kazandırması istenilen becerileri değiştirmiştir. Zamanla, daha çok toprağa sahip birinin çocuğu için eğitimden beklentisi toprakları büyütmesi, elde edilen mahsulü satarak para kazanması ve hatta diğer insanları yönetmesi için gereken becerileri geliştirmesi iken, başkası için az bir paraya çalışıp hayatta kalmaya çalışan bir kişi için ise çocuğuna daha iyi şartlar için gereken beceriyi kazandırabilmesi oldu.
Tarih öncesi zamanlardaki insanların, yabanıl hayatta herhangi bir canlıya yem olmamak, iklim ile diğer tüm çevresel koşullardan korunmaya dayalı olarak çocuklarına hayatta kalmak için verdikleri eğitimden, insanın kendi eli ile yarattığı; paraya, tüketime, daha fazlasına sahip olmaya, bir başkasından daha iyi olmaya ve yine hayatta kalmaya dayalı bir eğitim anlayışına evrildik. Ve konu zaman içerisinde ebeveynleri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkıp toplumsal bir mesele haline dönüştü. Daha eğitimli bir toplum tüm devletlerin ana hedeflerinden biri haline geldi. Çünkü daha eğitimli bir toplum; daha üretken, daha verimli, daha zengin ve dolayısı ile diğer devlet ve toplumlardan daha üstün olmakla eşdeğer haline geldi.
Kendi penceremizden, çıkarlarımızın perspektifinden, bencilliğin pençesinden bakınca güzel görünüyor aslında. Bugün, yarın, her zaman ve sonsuza kadar en iyi, en güzel, en zengin, en varlıklı ve enlerle başlayan nicelerine sahip olmak. Ve tüm yaşamı, yaşamın bugün için en önemli aşamalarından biri olan ve hayatımızın önemli bir bölümünü adadığımız eğitime dair tüm çabayı bu “en” olmaya adamak. Acaba insan, insanlar, türümüz gerçekten de bu gezegenin “en”i olmaya gelmiş olabilir mi, hem diğer canlılar hem de kendisi arasında bitmek bilmeyen bir üstünlük kavgası vermek üzere evrilmiş olabilir mi?
Bugün, dünyadaki ebeveynlerin önemli bir kısmı, çocuklarını henüz doğumundan itibaren ve hatta öncesinde bile bu meşhur “Enler Kulübü”ne sokabilmek için canla başla çalışıyor. En iyi hastanede doğsun, en güzel kıyafetleri giysin, en organiğini yesin, en pahalı okula gitsin… Şüphesiz ki tüm ebeveynler çocukları için en iyisini ve en güzelini ister, herkes çocuğu mutlu olsun ister burası su götürmez bir gerçek. Ancak, bunun masum ve makul bir çaba olarak algılanabilmesi için başkalarının ve hatta asıl olarak da çocuğun bundan zarar görmüyor ve görmeyecek olması gerekir. Ki burada sözü geçen zarar tamamen psikoloji bir zarar ve böylesine bir zararın telafi edilmesi, iyileştirilmesi, öte yandan mental olarak tersi yönde değişikliğe uğratılabilmesi oldukça zor olacaktır.
Tabi burada, temelde tüm sorumlu olanlar ebeveynelerdir demek oldukça abes kaçar. Bu daha çok süregelen bir şeyin neticesi, yüzlerce yıl boyunca gelişen ve yerleşen bir anlayışın tezahürü. Hep bir adım önde, daima kazanan, sürekli göz önünde olan, en çok parlayan olma anlayışının, dünya üzerindeki tüm kültürlerin katkısının bir ürünüdür demek, birbirinin üzerinde hakimiyet kurma çabalarını anlatan tarihi hikayelere bakınca yanlış olmayacaktır. Genlerimize işlenmiş, nesiller boyu aktarılmış ve hala pohpohlanmaya devam eden bu anlayışı sürdürmenin bugün artık bir tercih olduğunu düşünüyorum. Bu üstünlük çabamızda ilkel beynimizin zorluklar ve tehlikeli anlar karşısında takındığın savaş ya da kaç refleksinin bu anlayıştaki yerini görmezden gelmemekle beraber payının çok da fazla olduğunu düşünmüyorum.
Daha önce bizlerin emanet edildiği eğitim sistemi ve anlayışı ile bugünkü çocukların emanet edildiği eğitim sistemi arasında neredeyse fark yok. Belki de bugünkü eğitim sisteminin rekabetçiliğe daha çok dayandığını söyleyebilirim. Birçok ülkede de bizdeki gibi bazı okullara girmek için sınav sistemi mevcut olsa da bizde ayrıca bir türlü sürekliliğe sahip olamayan bir sistem mevcut. Öte yandan, zaman içerisinde, zaten devlet okulları ile özel okullar arasında mevcut olan eğitim kalitesi farklılığı artmaya devam etmekle beraber, her ne kadar hepsi olmasa da bu farklılık bazı devlet okulları arasında da oldukça belirginleşmekte. Geçmişte çocuğunun mesleki veya teknik bir okulu kazandığını, çocuklarının yeteri kadar, daha doğrusu başkalarının çocukları ile kendininkileri kıyaslayabilecekleri kadar akıllı ve zeki olmadıklarını düşündükleri için söylemekten utanan aileler bugün farklı bir versiyona evrildi. Neredeyse ebeveynlerin çocuğunu devlet okuluna göndermesi bir anormallik, ilk seçeneğin bir özel okul olması normal olarak algılanır ve hatta bunun için yeterli maddi imkana sahip olmamaktan utanılır hale bile geldi. Çünkü çocuğun alacağı, daha doğrusu alamayacağı eğitimle rekabette geri düşeceği, ileride gireceği sınavlardaki olası avantajını kaybedeceği ve eğer ebeveynlerinin kendilerine biçtikleri kariyer elbisesini giyemezlerse başarısız ve dolayısıyla mutsuz bir hayat süreceklerinden endişe ediliyor. Peki bu kimin utancı, kimin kıskançlığı, kimin eksikliği, kimin başarısı, kimin mutluluğu ve dahi kimin hayatı?..
Kendimizle, etrafımızla, elalemin dedikleri ile meşgul olurken kaçırdığımız işte bu. Öylesine görmezden gelerek sormadığımız soru işte bu: "Bu kimin hayatı?". Belki bizim için sorulmadığı için sormadık ama peki fark eder mi? Bizim içine atıldığımız çukurun içine çocuklarımızı atmak için canla başla çalışan yine biziz. Birbirini kıskanmayı, birbirinden üstün olmayı, birbirinin farklılıklarını hor görmeyi, birilerinden farklı veya göreceli olarak eksik olan yönlerinden utanmayı, diğerleri ile kıyaslanmayı, hep bir başkası gibi olmayı ve bunun için kendinden vazgeçmeyi körükleyen bir eğitim anlayışını destekleyen biziz. Aynı anlayışı aynı zamanda evde sürdüren, kardeşleri bile birbirinin rakibi haline getirerek bu anlayışı normalleştiren yine biziz. Bu anlayıştan şikayet eden ama değiştirmek için kılını bile kıpırdatmayanlar yine biziz. Çünkü hepimiz tüm bunlara odaklanıp, yaşamı bir yarış haline getirip, bunu hayatın her alanına acımasızca sokarken, ağaçları tam da eğilecekleri yaşta böylesine insanlık dışı bir eğitim anlayışı ve uygulamalarına muhatap ederken gözümüzden kaçırdığımız tek ve önemli sadece bir şey vardı, o da “SEVGİ”…
İşte bu kadar laf bunun içindi. Tüm bu sorgu, insanın hayat aşamalarından belki de en önemlisi olan eğitime dair tüm bu eleştiri bizi biz olmaktan, doğarken yanımızda getirdiğimiz doğalımız olandan uzaklaştıran anlayışı sorgulamak içindi. Sadece kendi türü için değil, kaybettiği o doğalının yokluğu ile bugün tüm doğanın, canlıların ve gezegenin, gelecekte ise tüm evrenin düşmanı olabilecek olan insana dikkati çekmek içindi. İşte o yüzden soruyorum: İçinde bir gram “sevgi” olmayan bir eğitim şart mı?...