1930’lu yıllar. İran şahı, Mustafa Kemal Atatürk’ün konuğu olarak genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ziyarete gelecektir. Bir opera hazırlanmasını ister Atatürk ve bunun için Münir Hayri Egeli’yi görevlendirir. Şah’ın gelmesine sadece bir ay vardır ama ortada henüz bir libretto, besteci, ses sanatçıları, koro, oyuncular ve orkestra yoktur.
“Kalk çocuk!” der Atatürk Münir Hayri’ye, “vaktimiz dar, işimiz çok.”
Libretto yazılır ve besteci olarak Ahmet Adnan görevlendirilir. Sonrası tam bir azim, çok çalışma, direnme, ayakta kalma ve pes etmeme hikâyesi.
Uykusuz gecelerin ve çok çalışılan günlerin yorduğu zamanlarda, “Biz beş günde düşmanı söküp atmışız, üç ayda alfabeyi değiştirmişiz!” diyerek bu işin bir ay gibi kısa bir sürede başarılabileceğine en çok Atatürk inanır.
Olmazlarla gelirler ona, yoklarla, zorluklarla gelirler.
“Yokları sayanlar, hiçbir mücadeleden galip çıkamazlar!” der Atatürk, olmazı asla kabul etmez, olmaya, oldurmaya inanır ve bu güçlü inancını etrafına yayar.
Tıpkı Milli Mücadele zamanlarında olduğu gibi.
İzmir’li Ahmet Adnan’ın ilk Türk operasını yazma hikâyesini, henüz sinemalarda vizyona girmeden İzmir’in göz bebeği, adını gururla taşıyan Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde izleme şansına eriştim.
Filmdeki mücadele hikâyesine saygısından olsa gerek, tüm izleyiciler tıpkı eski Cumhuriyet balolarındaki gibi şık, zarif ve nazik. Salonu dolduruyoruz ve senaryosu, kurgusu, dekoru, kostümü ve oyunculuğuyla çok iyi bir işe imza atıldığına hep birlikte tanık olmanın ortak coşkusunu hatta göz yaşlarını paylaşıyoruz.
Bir sahnede “Çağı yakalamamız, hatta ve hatta önüne geçmemiz lazım!” diyor Atatürk.
Cepheye giderken Sofya’da geride bıraktığı Miti’ye olan aşkını hatırasında yaşatıyor ve Tosca dinleyerek, kırmızı gülün alını düşleyerek o da o günlerde kendi mücadelesini veriyor.
İnsana dair kıskançlık, vefasızlık hatta Dante’nin en ölümcül günahlardan biri sayıp cehennemin en dibine yerleştirdiği kibir gibi zaafların bile inanılması zor bir zarafetle yaşandığı zamanlarda gerçeklere dayanan gerçek üstü bir hikâyeyi dinliyor, sanatla yapılan bir devrimi, gecenin gündüzle birbirine karıştığı müthiş bir çaba ve çalışmayı izliyoruz.
Sonra dedim ki kendi kendim; bizler bu mücadeleleri vermiş, hep çok çalışmış, önlerine çıkan tüm engellere rağmen hiç pes etmemiş, vazgeçmemiş, vazgeçer gibi olduklarında birbirlerine el vermiş azimli insanların kurduğu, onurlu, vizyoner, çok zeki ve insanına çok inanmış bir liderin, Mustafa Kemal Atatürk’ün şekillendirdiği bir ülkede yaşıyor, havasını soluyor, ekmeğini yiyor, suyunu içiyoruz. Ne büyük bir şans!
İşte tam da bu yüzden, onların anısına saygıyla, çok üzücü olayların peş peşe geldiği bu günlerde ayakta kalabilmek adına, haklı üzüntü ve öfkemizi şiddete dönüştürmeden kendimize ve birbirimize olan inancımızı kaybetmememiz, onurumuzla dimdik durmamız, iyi olmaya iyi kalmaya çalışmamız, bu toprakların değerini yere göğe haykırmamız, asla pes etmeden ve vazgeçmeden çok çalışmamız, her ne yapıyorsak en iyisini yapmamız gerekiyor.
“Meşakkat olmadan zafer olmaz!” demiş Atatürk.
Üstelik ihtiyacımız olan kudret damarlarımızda akıyor; O farkına varmış, yeter ki biz hiç unutmayalım, yokları saymayalım, varları çoğaltalım!