Dün toz alma günümdü. Her zaman ki gibi salondan başladım toz almaya. Aslında hiç de sevmediğim bir işdir. Sevmem ama hakkını veririm.
Önce vitrinlerin en üstünden başladığım için ilk gözüme ilişen rahmetli kayınvalidemin emaneti radyo oldu.
Eski ama gönlümde yeri hiç eskimeyen radyoyunun tozunu alırken sanki küçük bir bebeği okşarcasına hassasiyet gösterdim yine. Üstünde kolonya lekeleri mevcut radyonun dili olsaydı acaba neleri anlatırdı bana diye geçirdim içimden.
Kayınvalidem bu radyoda bir beşibirliğim var derdi. İki kızı ve eşim oğlu arasında bana emanet etmişti ölmeden. Allah nasip ederse bende oğluma, belki de gelinime emanet edeceğim gönülden.
Şimdilerde çok sıradan görünsede o dönemlerde radyolar kaç hanenin yuvasını şenlendirmiş, bilgilendirmişti kimbilir.
Çocukluğumda hatırlıyorum. Ablam radyo tiyatrosunu çok severdi. Yanılmıyorsam perşembe akşamları yayınlanırdı. Bir yandan bulaşık yıkar, bir yandan dinlerdi. Bütün ev halkı susardı o zaman.
Sevmediğim tek şey maç sesiydi radyoda. Görsellik olmadığı için sanırım maçı anlatan kişi duygularını sesine yansıtır, an gelir sanki yanımızdaymış gibi bağırırdı. Pazar günleri ızdıraptı bu yüzden.
Oysa ki ne güzel günlermiş...Kıymet bilmek için kaybetmek lazımmış meğer...
Hoş şu an teknoloji o günlerde hayal edemeyeceğimiz kadar ilerlemiş durumda. En basiti veya en kötüsü mü desek telefonlar karşılıklı görüş sağlamaktan öte tam bir eğlence aracı. Sınır tanımaz oldu neredeyse. Peki kaybettiklerimiz...
Şu an acaba kaç kişi elini cebine sürmeden karşılıklı sohbet ediyor?
Acaba kaç kişi fotoğraf, video çekmeden gittiği mekanın güzelliğini tüm dokusuyla gözlerine haps ediyor, havasını soluyor?
O acabalar o kadar çok ki...
Farkında mısınız? O kendinizi çok kalabalıkta hissettiğiniz, beğenildiğinizi sandığınız herşey bir serap aslında. Yaklaşmaya görün.
Sosyalleştiğinizi sandığınız, bedeninizin orada olduğu ama düşünce ve ruhunuzun bambaşka hallerde olduğu bir dünyanın kuklalarıyız aslında.
...
Susunnnn lütfen!
Radyo tiyatrosu başlıyor birazdan...