Sındır: "Merkezi Bütçeden O Projeler İçin Aktarılan 60 Milyar Liradan İzmir'e 1 Lira Bile Verilmedi"

Ulaştırma ve Alt Yapı Bakanlığının 2021'de Türkiye'de raylı sistem yatırımlarına 60 milyar liralık kaynak aktardığını ifade eden CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Sındır, İzmir'in bu bütçeden 1 lira bile alamadığı bilgisini verdi.

CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır  önemli açıklamalarda bulundu. Daha önce CHP Genel Sekreterliği görevinde bulunan, bir dönem Bornova Belediye Başkanlığı ve öncesinde de Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanlığı ile TMMOB İl Koordinasyon Kurulu Genel Sekreterliği de yapan Prof. Sındır iki dönemdir de İzmir’i TBMM’de ve Plan Bütçe Komisyonu’nda temsil ediyor. Sındır; gıda krizi, İzmir’in genel bütçeden aldığı pay, Çeşme Planları, İnciraltı’nda tarım dışı planlama yapılması gibi konularda önemli saptamalar yaptı.

Sındır, “Ben “istemezüküçüyüm”, çünkü şehrimi, insanımızı, doğayı ve ekosistemi düşünüyorum. Buna karşı yapılan hiçbir şeyi istemiyorum. Ama siz de “isterükçüsünüz.” Paranın, rantın sermayenin arkasında koşan isterükçülersiniz. Hangimiz daha doğru bir iş yapıyoruz. Hangimiz daha çok geleceği düşünüyoruz ortada” dedi.

Ulaştırma ve Alt Yapı Bakanlığının 2021’de Türkiye’de raylı sistem yatırımlarına 60 milyar liralık kaynak aktardığını ifade eden Sındır, İzmir’in bu bütçeden 1 lira bile alamadığı bilgisini verdi.
 

-İzmir’in genel bütçeden aldığı payın yaptığı katkıya oranla çok düşük kalması yıllardır eleştiri konusu oluyor. TBMM Plan Bütçe Komisyonu Üyesi olduğunuz için yatarım rakamlarını en iyi bilen isimlerden birisiniz. Bu konudaki rakamlar nasıl?
Her şehir verdiğinin tamamını geri alsın diye bir iddiamız yok. Bu ülkede bir millet olarak yaşıyorsak daha çok yatırım ve hizmet isteyen bölgelere verdiği vergilerden çok fazla oranda hizmet götürülsün. Fırsat eşitliği yaratılsın. Herkesin eşit yaşam koşullarına sahip olmasını arzu ederim. Ama öyle büyük adaletsizlik var ki AKP’li yerel yönetimlere merkezi yönetimden  sağlanan katkılara bakınca bu açıkça görülüyor. Mesela 2021 yılında raylı sistemlere merkezi yönetim bütçesinden 60 milyar liralık kaynak aktarılmış. İzmir’e bu 60 milyar liradan 1 lira bile düşmemiş. Halkapınar-Otogar Metro hattı Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının yatırım programında hep var. Ama iz ödenerek olarak var. Bu yıl 3 bin TL koymuşlar. Onu koymalarının sebebi de “yatırım programında dursun, siyasi bir beklentimiz olursa kaynak aktarıp oradan siyasi bir rant elde ederiz” düşüncesidir. Aliağa-Bergama arasında İZBAN hattının uzatma projesini yatırım programından çıkarttılar. Geçen yıl vardı. Levhaları bile duruyor. Aliağa-Bergama İZBAN hattı ile o bölgenin ciddi bir beklentisi var.

İstanbul Havalimanı’na metro bağlantısını Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı yaptı. Sayıştay raporuna “Bu yerel yönetimin görev ve yetki alanına girer” diye Bakanlığı eleştirdi.

İstanbul’un 2019 kamu yatırımları ile bir kıyaslama yaptım. O dönemde İstanbul’un AKP’li belediyelerce yönetileceğinin öngörülerek hazırlanan bir bütçe söz konusu. İzmir’de kişi başına yapılan kamu yatırımı o yıl İstanbul’da kişi başına yapılan yatırımın 5’te biri kadar olmuş. Ankara kıyaslamasında da aynı durum söz konusu.

 

-Çeşme’nin yüzde 55’ini imar açan  proje ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bir dönem 2005-2006 yıllarında “zeytin baba” lakabıyla biri çıktı. O bölgede 10 bin dönümlük bir araziyi devletten kiralama yapacaktı. Alacağı yerin büyük kısmında toprak yoktu. O tahsisi iptal ettirdik. Şimdi aynı bölgede daha geniş bir yerde tarım alanlarını içeren büyük bir alanda turizm projesi.

Çeşme Projesi ile ilgili Bakan bize bu konu ile ilgili sunum yaptı. Bu konuyla ilgili şu soruları sordum:  “Siz 100 bin kişi istihdam edilecek bir turizm alanından bahsediyorsunuz. Burada kaç yüz bin kişi yaşayacak? Bunların trafikle ilgili yaşatacağı sıkıntının farkında mısınız? Ulaşım sorunu ile ilgili ne düşünüyorsunuz? İkincisi de İzmir’in özellikle de Çeşme Yarımadası’nın en önemli sorunlarından biri de içme suyudur. Bu proje su sıkıntısını büyütmeyecek mi? Üçüncüsü de bu projeyi yaparken yerel yönetimlerden görüş aldınız mı?”

Otobanı yeterli gördüklerini söylediler. Deniz suyunu arıtacaklarını söylediler. Büyükşehir Belediyesi ile proje bittiği halde hiç konuşulmadığını söylediler. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’i aradım. Proje ile ilgili kendilerine hiç bilgi verilmediğini söyledi.

Ne yazık ki Bakanlığın ne yerel halkın düşünceleri, ne tarım alanı, ne ekosistem umurunda değil. İmar ve lojistik sorunlar düşünülmeden böyle bir projeyi oraya monte etmeye çalışıyorlar. Dayatmacı bir anlayış var.

Türk Mühendis Mimarlar Odaları Birliğinin ve çok sayıda STK’nin bu konuda net tavrı var.

Rant ve sermaye gurubu buradaki rantı gördüğü için karşı çıkanlara “istemezükçü” damgası vuruyor.

Ben “istemezüküçüyüm”, çünkü şehrimi, insanımızı, doğayı ve ekosistemi düşünüyorum. Buna karşı yapılan hiçbir şeyi istemiyorum. Ama siz de “isterükçüsünüz.” Paranın, rantın sermayenin arkasında koşan isterükçülersiniz. Hangimiz daha doğru bir iş yapıyoruz. Hangimiz daha çok geleceği düşünüyoruz ortada.

 

-Gıda krizi halkın büyük bölümü için son ayların en önemli sorunu haline geldi. Uzun yıllar Ziraat Mühendisleri Odası başkanlığı da yapmış bir ziraat profesörü olarak gıda fiyatlarındaki artış ve tarım politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gıda krizinin geldiğini çoktandır söylüyoruz. Sahipsiz bırakılmış bir üretici. Türkiye’nin ithal etmediği gıda kalmadı. Bu konuya değinirken popülist bir söylemde bulunmuyor. İlk önce o ürünle ilgili yeterli üretim yapılır. Daha sonra ekstra ya da çeşit anlamında talep varsa ithalat yapılır. Ama önce kendimizin ihtiyacı için doğru üretim planlaması yapılması gerekir. Planlama derken, “Sen şunu üreteceksin, sen bunu üreteceksin”  diye bir planlama olmaz. Çiftçi ne ekeceğine kendi karar verir. Ama onun o kararını yönlendirecek doğru politika uygulamak gerekir. Bunun da en temel aracı tarımda desteklemedir. Dünya tarıma katkıyı desteklerle sağlıyor. Avrupa Birliği yıllardır bu destekleme politikalarıyla tereyağı dağları, süt gölleri oluşturdu. Bütün bunların hepsini desteklemeyle yaptılar. Aynı üründe coğrafi farklılıklar gözetilerek destekleme oranları ve primlerini farklılaştırdılar. Bununla yetinmeyip verimliliği arttırmak için teşvik politikası uyguladılar. Birim alandan ne kadar çok ürün elde edilirse destekleri de o oranda arttırdılar. Çok farklı uygulamalarla desteklemelerde farklılık sağladılar. Bu sayede Avrupa Birliği kendi içinde ürün desenini, üretim planlamasını gerçekleştirdi. Avrupa ülkeleri üretimde verimi ve kaliteyi arttırdı. Artık verim öyle bir aşamaya geldi ki Avrupa’da “yüzde 10’nu üretim dışında bırak sana ayrıca destek veriyor” denildi çiftçiye. Üretim fazlası oluştuğu için bunu yaptılar. Sonra üretim dışı bırakılan alandan yakıt amaçlı bitkisel üretim gündeme geldi.
Biz ne yaptık? Ne verim artışı ne de kalite var. Ne yazık ki Türkiye dayatılan tarım politikaları vardı. AKP iktidara geldiğinde bu politikaları daha da şiddetle uyguladı. Aslında tarımda bir “politikasızlık” var. “Destekleme veriyoruz” diyorlar. Ama, desteklemenin amacına uygun; Verimi, kaliteyi arttırmak, üretimi planlamak, temel ihtiyaçlarımızı önceliklendirerek ürün desenini oluşturmak adına bir teşvik asla olmadı. Tarım Kanunu’nun 21. Maddesi tarıma aktarılan desteğin GSMH’nin yüzde 1’inden az olamayacağını söylüyor. Bu kanunu kendileri 2006 yılında çıkardılar, biz de destek verdik. Hükümetin 2022 yılı GSMH öngörüsü 7 trilyon 880 milyar lira. Bunun yüzde yüzde 1’i 78.8 milyar lira yapar. Kanun Hükümet’e 2022’de 78.8 milyar liradan aşağı destek veremeyeceğini söylüyor. Hükümet bütçede tarım desteğini sadece 29 milyar lira olarak açıkladı. Arada kanun emrettiği rakamdan 50 milyar lira eksik bir tarım desteği var. Hem miktar hem de uygulama açısından amacına uygun olmayan bir destekleme politikası var. Girdi maliyetleri desteklenmiyor. Tarımın girdilerinin çok büyük bir bölümü ithalata dayalı. Gübre ithal, ilaç ithal, mazot ithal, elektrik gibi enerji giderleri ithal. Ne yazık ki ithalata dayalı bir girdi maliyeti var. Bu girdiler nedeniyle devlet desteğinden de mahrum bırakılmış üreticiler maliyetler altında eziliyor. Üretici çok zor şartlarda üretim yapıyor. Bir don oluyor bütün mahsulü tarlada kalıyor. Tarım dediğin şey üstü açık fabrikadır. Her türlü doğa koşulu ve afete açıktır. Riski ve belirsizliği çok yüksektir. Böyle bir ortamda üretim yapıyorsunuz, girdi maliyetleriniz desteklenmiyor. Ürününü pazara sunduğunda alıcıların kartel oluşturduğu görülüyor. Fiyat kırmışlar, üretici eziliyor. Devlet nerede burada? Yok. İşte hem girdi piyasalarını hem ürünün satılığı piyasalara kontrol edecek politikalara ihtiyaç var. Hem üreticiyi kar edecek hem de tüketicinin haklarını koruyacak bir yapı kurulmalı. Devlet, üretici ile tüketici arasındaki fahiş piyasa karlarını sınırlamalıdır. Ama piyasayı düzenleyen bir hükümet göremiyoruz. Dolayısıyla tarım “yönetilemiyor” demiyoruz “yönetilmiyor” diyoruz.

-Gıda krizi yaşanırken hem Türkiye’de hem de İzmir’de de sürekli tarım arazileri başka amaçlar için tahsis ediliyor? Tarım arazilerinin başka amaçlarla kullanılmasının önüne geçmek mümkün değil mi? 
Bu yıl zaten gübre fiyatları öyle arttı ki zamlar yüzde 300-400 gibi oranlara ulaştı. Üretici “taban gübresi” dediğimiz ekim öncesi toprağı zenginleştirici gübreyi atmadı. Bizde üretim çoğunlukla yağışa bağlıdır. Üretimin yüzde 75’i böyledir, sulama yapılmaz. Allah ne verdiyse yağışla üretim olur. O yağışın da ürünün ihtiyaç duyduğu gelişme döneminde başaklarda dane oluşumunun gerçekleştiği zamanda olmalıdır. Taban gübresi uygulanmazsa bitki topraktan yeterli besini alamayacak bu yıl. Yağışlar da düzensiz giderse özellikle hububatta verim yarı yarıya düşer. Buğdayda 18-19 milyon ton üretimimiz var. 9-10 milyon ton da ithal ediyoruz Rusya’dan. Bu tersine dönecek ne yazık ki. Biz 10-12 milyon ton üreteceğiz. 15 milyon ton da ithal edeceğiz. Bu en tem besin maddemiz olan ekmek ve unlu mamuller için böyle.

Domates, patlıcan ve biber gibi ürünlerde de böyle. Pazarlara bakılırsa fahiş fiyatlar zaten görülüyor. Bir yandan üretimde verim ve kalite sorunu var. Bunu kontrol edemeyen, denetleyemeyen, düzenleyemeyen devlet nede8niyle üretimde miktar açısından da gıda krizi kaçınılmaz. Üretici yaptığı işten para kazanamazsa devam etmesi düşünülemez. Bir sanayici zarar ederse, üretimine devam eder mi? Zarar edeceğini bile bile üretim yapar mı? Çiftçi niye yapsın zarar edeceğini bile bile? Hep bir umutla yaptı aslında. Ama artık yapabilecek durumu ve gücü kalmadı. Üretimden vazgeçiyor. Alanlarını terk ediyor. AKP’ni iktidara geldiği 2002 yılından bu güne kadar yaklaşık 3,6 milyon hektar tarım alanı artık ekilmemeye başladı. Bu alanlar çorak arazi değil. Birinci sınıf tarım arazisi. Trakya Bölgesi’nin toplam yüz ölçümünün iki katı bir tarım arazisi son 20 yılda ekilmemeye başlamış. Türkiye’nin toplam tarımsal üretim alanı 25 milyon hektar. Bunu grafikle ortaya koyduk. Türkiye’de tarımsal üretimde dış ticaret açığının büyümesiyle alan azalması aynı eğriyi gösteriyor. Bu veriler Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri. Böylesine vahim bir durumdayız.

Ne oldu tarım alanları? Çiftçiler ekmekten vazgeçti. “Şehri gideyim, asgari ücretle de olsa çoluğumun, çocuğumun okul masrafını, evimin aşını çıkarayım” diye tarlasını bıraktı. Ekilmeyen tarım alanları ya madencilik için feda edildi ya da imar baskısına dayanamayıp yapılaşmaya açıldı. Sanayi üretiminin tarımsal alanlarda yapılması için kanun bile çıkarıldı. Meraların güneş enerjisi gibi santrallerin alanlarına tahsisi için yine kanun çıkarıldı. Tarım alanlarını yok edecek kanuni düzenlemeler getirildi. Türkiye’de Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı diye bir kanun var. Bu kanun araziyi korumak için değil de acaba nasıl tarım dışında bu araziyi nasıl değerlendiririzi düzenleyen bir kanun haline geldi.    “Tarım alanlarının tarım dışı kullanımına dair yönetmeli” isimli bir yönetmelikti, bunu kanuna dönüştürdüler. Ne yazık ki böyle içler acısı bir durumdayız. Gıda krizini açıklarken, pandemi, kur artışı gibi nedenlere sığınmak doğru değil. Tamamen yanlış ve kötü tarım politikalarıyla bu hale geldik.

Rekabet Kanunu var bir de Tarım ve Gıda Ürünleri İzleme ve Denetleme Komitesi var. Rekabet Kurulu’nun alıcıların kartel oluşmasını önleyecek önlemleri alması lazım. Kemalpaşa’da kiraz üreticisi mahsulünü hasat edeceği 20 günlük dönem var. Alıcılar bir araya gelip fiyat belirliyor. Üretici mecbur o fiyattan vermek zorunda kalıyor. Oluşturulan karteli denetleyecek Tarım ve Gıda Ürünleri İzleme Ve Denetleme Komitesi’nde sadece Tarım Bakanı tarımcı. Onun dışında Maliye Bakanı, Merkez Bankası Başkanı var. Neredeyse Dışişleri Bakanı bile komiteye girecek. Rekabet Kurulu şikayetlere yüzde 3 oranında çiftçi lehinde karar vermiş bu güne kadar.
 

-Gıda krizi ve tarımdaki durumu ortaya koydunuz. İzmir’de de yakın zamanda yüzlerce hektarlık İnciraltı Bölgesi’nde “tarım dışı kullanım” için gerekli karar verildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İnciraltı, imar baskısının Türkiye’de en yoğun olduğu bölgedir. Toprak Kurulu önce burasının bir tarım alanı olduğu yönünde karar aldı. Çok kısa bir süre sonra o kararı değiştirdiler. İnciraltı benim Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı ve TMMOB’un da İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri olduğum dönemde gündeme geldi. Uzun zamandır orada imar baskısı var. İnciraltı’nda çok özel bir “mikro klima” özelliği var. Dünyanın en iyi satsuması orada üretilir. Böylesi alanlar dünyanın her yerinde korunur, kullanır. Bir tane bile bina yapılmaz. Ama bizde imar baskısı ve rant beklentisi, oradaki insanların artık tarım yapamaz hale gelmesi gerçeği ile birleşince oranın elden gitmesine neden oldu.

Tarım alanları hele hele böyle mikro klima özeliğine sahip bölgeler içine girdiğimiz gıda krizinde altın değerinde. Altın karın doyurmaz ama toprak karın doyurur. Çok büyük bir rant baskısı var.

2009 yılında çıkarılan bir genelge var. “Bir ÇED raporu olumsuz olursa ya da mahkeme tarafından yürütmesi durdurulursa ve yada esastan iptal edilirse yeniden ÇED düzenlemesi ile olumsuz görülen konular ortadan kaldırılarak yeniden ÇED verilir” diyor. “Mahkemenin esastan verdiği iptal kararına rağmen bunu yapabilirsin” diyor genelge. Bu artık hukuksuzluğu dibidir. Yönetmelik değil, kanun değil. Bir bakanın imzaladığı bir genelge. ÇED çevresel etkileri değerlendirip orayı koruyan değil, iş yapmak isteyen sermayenin önünü açmayı düzenleyen bir yapı haline gelmiş.

  -CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun katılımıyla hafta başında Buca Metrosu’nun temel atma töreni yapıldı. Buradaki coşkulu ve devasa kalabalık için “iktidar provası” benzetmesi yapıldı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İzmir, bugün içinde bulunduğumuz siyasi yapı ve yönetimden çok rahatsız. Tek adam rejiminden ve bunun bir kişinin iki dudağı arasında antidemokratik uygulamalardan, adaletin olmadığı sistemden çok rahatsız. Çünkü İzmir özgür bir şehir. İzmir’e Anadolu’nun dört bir yanından ve Balkanlardan gelenler bu kenti demokrat özelliği ve özgürlükçü olması nedeniyle tercih ediyor. Bu yüzden kendini kente çok çabuk adapte edebilmiş bir kesim var. Dolayısıyla AKP iktidarından rahatsızlık var. Metro açılışındaki kalabalık ve coşku İzmirlinin kararlığını ve umudunu da gösteriyor. Bu umut Anadolu’nun dört bir yanında var. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu daha önce Mersin’de bir miting yapmıştı. Çok kalabalıktı.

 -İzmir’de kısa bir süre önce Sıtkı Şükürer’in mübadiller ve Balkan göçmenleriyle ilgili sözleri tartışmalara neden oldu ve büyük tepki çekti. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben bu konuyla ilgili basın açıklaması yaptım. Bu konuda bir “had” bildiren açıklamaydı. Bu ifadeler kabul edilemez. Mübadiller ve Balkan göçmenleri için için “Akdeniz Çekirgeleri”, “Kımız zararlaları” gibi ifadeler var. Ayrıca yine mübadiller için “ihanet” ettiler de diyor. İzmir’deki çok sayıda STK ve iş dünyası temsilcisi bu sözlere itiraz etti. Benim ailem de Balkan Harbi’nde Drama’dan İzmir’e gelmişler.

Sıtkı Bey özünde kent suçundan bahsediyor. İzmir’in geçmiş mimari özellikleri bu insanlar döneminde yok oldu. Bunlar evlerini verdiler diyor. Halbuki kent suçunu yaratan bu insanlar değil. Kent suçuna neden olan dönemin yöneticileri. İmara açıp, Kordon’daki, Güzelyalı’daki Karşıyaka Sahili’ndeki yalıları, o güzelim İzmir tarihi yapılarının bir anda modernite adı altında apartman gibi bir set yapıya dönüşmesine neden olan imar plan değişiklerini yapanlardır. Bu kent suçunu işleyen yöneticileri hedef alacağına bütün bir Balkan camiasını rencide eden ve asla kabul edemeyeceğimiz vahim bir durum yaşandı. İzmir halkına hakaret niteliğinde bir açıklamaydı.

 

-Siz TBMM’nin en aktif milletvekillerinden birisiniz. Başkanlık sistemi TBMM’nin işleyişini ne yönde etkiledi?
Bir milletvekilinin asli görevi yasamadır. Milletvekili kanun teklifi verir. Mevcut kanunlarda halktan gelen bir talep varsa değişiklik düzenlemesini hazırlar. Ama yasama, yürütme ve yargının tek adamda toplandığı öyle bir dönemdeyiz ki; bir kanun teklifi vermeyi düşünen iktidar bloğundaki milletvekili üzerinde “sen iktidara karşı mısın” diye büyük bir mahalle baskısı altında. TBMM’de işleyiş şöyledir: Kanun tasarısı Hükümet’ten gelir. Kanun teklifi ise milletvekilinin getirdiği konulardır. Artık Bakanlar Kurulu olmadığı için oradan gelen bir tasarı söz konusu değil. Sadece bütçeyle ilgili kanun tasarısı yürütme tarafından veriliyor. Bütçeyle birlikte kesin hesapta böyle geliyor. Onun dışında AKP Milletvekillerinin hazırladığı kanun teklifleri var. Meclisin en önemli sorunlarından biri de bu. Ben Plan, Bütçe komisyonundayım. Her seferinde de “Siz mi hazırladınız? “ diye sorarım. Bir torba kanun içinde 25 ayrı kanunda düzenleme var. Bu kadar farklı konuyu nasıl tek bir milletvekili hazırlayabilir? Hükümet hazırlıyor, bir milletvekiline veriyor taşeron gibi. O da alıyor kendi imzasını atıp Meclis’e veriyor.  Ayrıca yazılı hiçbir soru önergesi de vermiyorlar. Sözlü soru önergeleri de yok. Her genel kurulda her milletvekilinin 15 sözlü önerge verme hakkı vardır. Ama iktidar partisini destekleyen milletvekilleri bu haklarını hiç kullanmadı. Son zamanlarda sanırım Saray’dan talimat geldi bu haklarını icraatın içinden şeklinde yapılanları anlatarak kullanıyorlar.

-İzmir’de depremin üzerinde 1.5 yıl geçmesine rağmen Depremzedelerin sorunları neden çözülemiyor?
Onların depremle ilgili mağduriyetini ortadan kaldıracak ilk kanun teklifini ben verdim. O teklif verilen deprem kredilerinin en az iki katına çıkarılması, geri ödemelerinin ise en az 2 yıl sonra başlaması. Faizinin de sıfıra yakın olması konusunda kanun teklifi verdim.

Depren Bölgesi’nde iki ayrı kesim var. Hepsi aynı statüde değil. Birinci kesim depremde yıkılan binalarda oturanlar. Evleri yıkılanlar için 7 ayrı proje belirlendi. Onlara ev yapıldı. Şimdi onlar orada oturacaklar ama 120 metrekare evleri varsa şimdi 70 metrekareye düştü. Çoğu emekli. Bundan sonra ellerine toplu para geçme durumu yok. Dolayısıyla kendilerinden istenen parayı ödeme güçleri yok. Bir de kat sayısı 8 kattan 6 kata düşürüldü. Bir kısmı dışarıda kaldı. Onlara da Bayraklı’da yapılacak alanlarda verileceği söylendi. Öyle bir mağduriyet var.

Birde ağır ve orta hasarlı olan ama evleri yıkılmamış bir kesimin mağduriyeti var. Onların da evlerini yıkıp yeniden yapma talepleri var. Ben TBMM’de Deprem Araştırma Komisyonu’ndaydım. Tutanaklar herkese açık. Biz elimizden geleni yaptık. Ancak siyasal iktidarın yaptıkları asla mağduriyeti giderici değil. Bunu siyasi bir araç olarak kullanıp bun politik bir araç yapma çabası. İnsanların mağduriyeti devam ediyor.

Büyükşehir Belediyesi yaklaşık 350 milyon dolar kaynak buluyor. Bakanlığın yetkilileriyle yapılan görüşmeler sonucunda mutabakat sağlanıyor. Ancak Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla resmi bir teminat ve onay gerekiyor. Ama Cumhurbaşkanı imzalamıyor. Bu kredi gelse Büyükşehir Belediyesi çok ciddi anlamda bir destekleme ile bu mağduriyeti de ortadan kaldıracaktı. Deprem üzerinden siyaset yapılmasını asla kabul etmemeliyiz.

 

-Önümüzdeki süreçte politikadaki hedefiniz nedir? Milletvekili olarak mı yoksa belediye başkanı olarak devam etmek istiyorsunuz?
Her siyasetçinin mutlaka bir hedefi vardır. Siyaset topluma hizmet ederken, hizmetin daha etkin, daha verimli ve daha geniş kitlelere ulaşması için hedefler koyulur. Yoksa, makam, mevki, koltuk hedefleri doğru değil.

Önümüzdeki süreçte ya milletvekili olup yasama çalışmalarına devam edeceksin ya da kabinede yer almak istiyorsan bir kenarda bekleyeceksin. Çünkü artık Bakanlar Kurulu milletvekillerinden olmuyor. Milletvekilinin bakan olması için istifa etmesi gerekiyor. Partilerin milletvekili kaybına tahammülü olmayacaktır. Bir milletvekili parlamento aritmetiği açısından çok önemli olacak. Mevcut Anayasa Bakanlar Kurulu’nın dışarıdan olmasını öngörüyor. Ya da yerel yönetim sürecinde o dönemin koşullarına göre bir tercih olabilir. Ben hep şunu söylüyorum. Toplumun bana ihtiyacı varsa ben bunu hissedersem, onu karşılayacak bir çaba içinde olurum.

 

İzmir Bütçe Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır